2 Nisan 2018 Pazartesi

Fâni


1

Cumartesi akşamı, saat 21:45. Keyifli bir maç izlemek için televizyonun başına oturdum. Karşımda iki seçenek vardı: Sevilla-Barcelona ve Juventus-Milan. Torino'daki randevuyu tercih etmeye daha sıcak bakıyordum. Hem mazisi olması açından hem de Serie A'daki şampiyonluk yarışını direkt etkilemesinden ötürü gözlerimi İtalya'ya çevirmeye hazırdım.

Diğer tarafta ise Sevilla-Barcelona. Beni bu tarafa çeken pek çok etken vardı elbette. Ancak bunlardan bir tanesi oldukça öne çıkıyordu: Lionel Messi. Barcelona'nın La Liga'da zirvede sağladığı konfordan olsa gerek Valverde, hafta içi Şampiyonlar Ligi'ndeki Roma maçını da düşünerek Messi'yi yedek bırakmıştı.

Buna rağmen iki maç arasında kararsız kaldım ve kendimi mega beyinlerin bize bahşettiği teknolojinin kollarına bıraktım. Telefondan Juve-Milan maçını takip ederken, televizyondan Sevilla-Barcelona maçına göz atmaya başladım. Açıkçası, ilk 45 dakika İtalya'da olan biten beni daha çok cezbetti. İşin içine Bonucci'nin eski takımına golü de eklenince olay, daha ilgi çekici bir hale gelmişti.

Ta ki La Liga'da bu sezon namağlup olan Barcelona 2-0 geri düşene dek. Luis Muriel'in 50. dakikadaki golünden sonra Ramon Sanchez Pizjuan'da tempo tavan yapmış; kontrolü kaybeden Barça arkada inanılmaz boşluklar vermeye başlamıştı. 58'de ise bu yazıyı yazmama sebep olacak adamlardan ilki oyun girdi. (Bunun dışında pek çok unutulmayacak yazının da sebebi olmuştur, şüphem yok.)

Oyun öyle bir hal almıştı ki Messi'nin bile bir şeyler yapması mümkün gözükmüyordu. Sevilla, Muriel ve Navas'la etkili kontralara çıkıp bunları cömertçe harcıyordu. Barcelona'ya karşı yapılabilecek en büyük hatanın bu fırsatları değerlendirememek olduğunu ise son düdükle beraber idrak edeceklerdi.

88'de sağ kanattan kullanılan korneri arka direkte bitiren Luis Suarez'in, bu sezon ilk mağlubiyetini alacak olan Barcelona'nın maçtaki tek golünü attığını düşünmüştüm. 1 dakika sonrasındaysa futbolun günümüzdeki elçilerinden biri, düşüncelerimi paramparça etti. Messi, sol ayağıyla plaseyi vurduğunda günlük bir ihtiyacını karşılıyor gibi rahattı. Kaleci Sergio Rico müdahale etmesine rağmen topun çizgiyi geçmesine engel olamadı.


2

Cumartesi akşamı, saat 23:45. Keyifli bir futbol gecesi geçirmenin hazzıyla Twitter'da dolanıyordum. Timeline'a düşen Zlatan'ın enfes golüyle bu gecenin burada bitmeyeceğini anladım. Kameralarımı anında Los Angeles'a çevirdim. LA derbisinde Galaxy, 3-0'dan 3-3'e gelmiş ve beraberlik golünü, hafta içinde gazeteye tam sayfa ilan vererek şehre geleceğini açıklayan İsveçli efsane Zlatan Ibrahimovic atmıştı.

Son 10 dakikalık bölüme yetişmiş olsam bile futbolun günümüzdeki elçilerinden bir diğeri beni hüsrana uğratmadı. 90. dakikada Zlatan'ın kafa vuruşuyla gelen galibiyet golü sonrası, Stubhub Center çılgına dönmüştü.

Kariyerinin sonbaharını yaşayan İsveçli, Los Angeles'ta yapacakları hakkında bir önizleme sunmuştu. Hafta içi gazete ilanında 'Welcome to Zlatan' derken, bunun altında yatan mesajı da halka net bir şekilde ulaştırmıştı.


3

Pazar sabahı, saat 10:30. Ülkemizde de gelişmekte olan internet dizilerinin son incilerinden 'Şahsiyet'in başrolündeki Haluk Bilginer'in söyleşisine rastladım. Söyleşide gazetecinin yaşı hakkında sorduğu bir soruya verdiği cevap ve referansı, bu yazının tamamlanmasına şu şekilde katkıda bulundu: ''Öleceğini bilen tek yaratık insan. Sona yaklaşıyoruz. Shakespeare’in dediği gibi, “Zaman en büyük düşmanınız. Doğduğunuz andan itibaren sizi ölüme doğru sürükleyen bir şey”.''

Zlatan yolun sonuna daha yakın ancak belki de tarihin en iyisi Messi'nin de yıllandığı aşikâr. Her ne kadar bu adamların sona yaklaştığını kabul etmek istemesek de bunun yaşanacağını biliyoruz. O zamana kadar sonunu düşünmeden ve değerini bilerek onları izlemeye devam edelim. Kaybedince gözümüzde ve gönlümüzde kıymetleri daha da katlanacak. Fakat esas olan 'Keşke bir Messi maçı daha izleseydim...' dememek.

En nihayetinde, bütün bunlar bir gün sona erecek; bildiğiniz üzere hepimiz gibi onlar da birer fâni.