19 Aralık 2014 Cuma

Röportaj: Irmak Kazuk | 2. Bölüm


-Peki, basketbola daha çok ilginiz olduğunu söylemiştik fakat ülke geneli ağırlıklı olarak futbolu takip ediyor bildiğiniz gibi. Futbolla yatıp futbolla kalkıyoruz neredeyse. Ülkemizde futbolun gidişatını nasıl görüyorsunuz? Geleceğini görüyor musunuz ya da öyle sorayım.

-Açıkçası geleceğini çok göremiyorum, ciddi bir silkelenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Tabi diyeceksin ki ülke ne ki sporu ne olsun.

-O da doğru. (Gülüyoruz)

-Ciddi bir yenilenmeye ihtiyacı var futbolun, artık yeni insanlar, yeni yüzler gerekiyor. Yeni teknik direktörler ve yöneticiler, yeni federasyon başkanlarının gelmesi lazım. Türkiye'de sporda kötü sonuçlar alındığını zaman hemen deniyor ki: "Türkiye'de altyapı yok!". Ya tamam altyapı yok da neyin altyapısı var, yöneticiliğin altyapısı yok. Müteahhit olan, iş adamı olan, reklamcı olan parası olduğu için yönetime giriyor. Federasyon başkanlığının bir altyapısı var mı? O da yok. Mesela altyapıda antrenörlüğe hiç değer verilmiyor, tabi ben daha çok basketbol çevresinden bildiğim kadarıyla altyapı antrenörleri sürünüyor. Hani en kurumsal ve güçlü dediğimiz Fenerbahçe Ülker'de, Anadolu Efes'te, Galatasaray Liv Hospital'da bile durumlar böyle. İnanılmaz bir dengesizlik var, siz nitelikli altyapı antrenörleri yetiştireceksiniz ki onlar da bilgilerini aktarsınlar. Dolayısıyla biraz bu tarz noktalara eğilmek gerekiyor ve dediğim gibi, çok fazla isim vermek istemiyorum ama ben spor dünyasında çok insanın yerini artık başkalarına bırakması gerektiğini düşünüyorum. Az buz değil, çok insanın değişmesi lazım.

-Aslında bu işin eğitimli insanların eline bırakılması gerektiğini söylüyorsunuz kısaca.

-Medya olarak mı yoksa sporcular mı?

-Sporcular, antrenörler ve yöneticiler. Medyayı bir kenara bırakalım.

-Evet onu düşünüyorum fakat Türkiye'deki sosyo-ekonomik durum ve sabır limitlerini göz önüne aldığımız zaman, sokakta bile sabır yok. Zaten adam sokakta bulamadığı mutluluğu gidiyor kendi takımında arıyor, gidiyor tribünde küfür ediyor, sahaya bir şey atıyor ya da kendi yöneticisini istifaya davet ediyor vs. çünkü adamın sosyal olarak tek çıkış noktası, mutluluk olarak, spor. Zaten genel çerçeveye baktığımızda o dengesizliği çözmek lazım. Neden insanlar sadece sporda mutluluk arasın ki?

-Niçin bir insanın mutluluğu Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş'a bağlı olabilir ki?

-İşte tek çıkışın spor olarak görülmesi de resmin geri kalanını ortaya döküyor. İnsanların nelerden mutsuz olduğuna dair fikirler veriyor.

-Hatta bir dönem basketbola kadar taştı bu olaylar. Passolig'i de sorayım bu arada. Ne düşünüyorsunuz?

-Valla, Passolig'e çok inandığımı söyleyemeyeceğim. Zaten Türkiye'de devamlı bir şeylerle ilgili yasalar, hukuki düzenlemeler yapılıyor ama mesela geçen sene Çaykur Rizespor maçında Burak Yılmaz'ın gözünün altına çakı geldi, bir şey olmadı. Bir sonraki hafta Kayserispor'du galiba, bütün tribünler sahaya atladı, hiçbir yaptırım uygulanmadı. Bu sene Passolig uygulatıyorsunuz, o zaman saha kapatma cezası niye var? Küfür edeni atalım dışarı.

-Şu an gördüğümüz kadarıyla Passolig küfrün önüne geçemiyor zaten. Olay çıkartanlar yine parasını verip gidiyor stadyumlara.

-İnsanlar da ya parası olmadığı için ya da bu sisteme inanmadığı için maçlara gitmiyor. Yoksa küfür edenler filtrelenmedi maalesef, öyle yanlış bir algı oluştu. Yani baktığımız zaman uygulanış tarzı da çok saçma, şimdi Avrupa Kupası maçında atıyorum Dortmund taraftarı geldiğinde Türklere uyguladığın Passolig'i onlara uygulayabilir misin? Dediğim gibi birçok şey göz boyama şeklinde gidiyor ülke sınırları içerisinde. Bilemiyorum iyi uygulansa belki de güzel sonuçlar alınabilir, fakat en azından şu ana kadar uygulaması başarısız.

-Peki Passolig'in uygulanma tarzı da bir yana acaba bizim ceza sistemimizde bir problem olabilir mi? Tabi ki bireyi kontrol etmek binlerce kişinin içinden oldukça uğraşlı ve zor bir iş fakat insanlar tribünde küfür ediyorlar bundan zarar gören kendi kulübü oluyor. Demek ki kulübünün ceza ödemesi taraftarları endişelendirmiyor.

-Evet ceza sisteminde de problem var fakat bizim ülkenin genel problemi o, hukuku iyi uygulayamıyoruz. Genel bir problem, ben baktığımda öyle görüyorum.

-O zaman basketbolla devam edelim, ülkemizin basketbola olan ilgisi arttı mı?

-Basketbol ve amatör branşlarda sadece, başarıya endeksli, dönemsel olarak farkındalık yaratılıyor, bu da herhangi bir spor kültürümüzün olmamasıyla alakalı bir durum. Ya işte 2010'da takımımız dünya ikincisi oldu, ondan sonraki turnuvaya kötü başlayınca her şey bitti. Euroleague maçlarında da öyle, Fenerbahçe Ülker'i yine ayrı koymak lazım. Bu konuda herhalde yine en avantajlısı spor kulübü olmadığı için, sadece basketbol takımı olduğu için Anadolu Efes. Mesela benim normal hayatında başka takımları destekleyen arkadaşlarımın bir çoğu basketbolda Anadolu Efes'i tutuyor. Bunu oluşturmak çok büyük başarı Efes adına. Daha yukarıya taşıyabilir miydi Anadolu Efes, o da tartışılır tabi ama başarı olmadığı sürece Türkiye'de çok ilgi göremiyorsunuz. Spora olan ilgimiz çok fazla başarıya endeksli.


-Bu sene Euroleague'de Final Four umudunuz var mı? 3 takımımızdan birisi adına? Özellikle Fenerbahçe Ülker'in oyuncu seviyesini göz önünde bulundurduğunuzda.

-Bütçe olarak baktığımızda Fenerbahçe Ülker, Efes'ten daha iyi galiba, çok fark yoktur aralarında da, yani ikisini bence aynı kefeye koyabiliriz. Real Madrid ve CSKA'dan sonra Avrupa'daki en yüksek bütçeli iki takım olabilirler, en kötü ilk beşe girerler o alanda. Anadolu Efes'in asıl hedefi önümüzdeki sezon; seneye onlar enteresan bir hamle patlatabilirler. Duyumlarım bu yönde yani, çalışmalar var. (Gülüyoruz) Galatasaray'ın mali durumundan ötürü o iş hayale dönüşmeye başladı kulüp kötü yönetildiği için maalesef. Fenerbahçe Ülker'e gelecek olursak bu sene de takım o seviyeleri göremezse oturup bir düşünmek lazım. 2 senedir çok ciddi paralar, çok ciddi hedefler var. Bunu Anadolu Efes yıllardır yapıyor arkadaş, diyen de olabilir tabi.

-Fenerbahçe Ülker'de Obradovic'i kimse tartışamaz, Milli Takımımızın yıldızı dediğimiz Emir Preldzic ilk 5 başlayamıyor. Kadro kalitesi gerçekten çok yüksek.

-Ama hala oyun kurucusu yok Fenerbahçe'nin, 2 senedir yapılan harcamalara rağmen garip bir şekilde net bir oyun kurucusu yok takımın. Mutlaka bir hesap vardır orada, öyle umut ediyorum. Umutlu olmayı umuyorum Fenerbahçe Ülker için.

-Son 1 soruyla güncel konuları kapatacağım. Kulüp yöneticilerimizin çoğu başkanlıkları dışında işlerle uğraşıyor ve takım başkanlığını vitrin olarak kullanıyor. Başkanlıktan herhangi bir maaş almıyorlar hatta üstüne ceplerinden para veriyorlar. Peki yöneticilik işini ne kadar iyi yapıyorlar sizce? Branş ayırt etmeksizin soruyorum bu soruyu. Spor kulübü yöneticisi olarak ne derecedeler?

-Ülkemizde şöyle bir şey var, biraz "parayı veren düdüğü çalar" refleksi ve beklentisi var, çok iyi yönetenler de dahil. O kadar para ve emek veriyorsam dilediğimi yaparım diyor, belki de haklılar bu konuda. Biz organizasyonların içinde olmadan dışarıdan konuştuğumuz için kolay olabilir. Parayı verdiği için benim dediğim olacak olmalı diyenler var tabi ki. İyi yöneten yöneticilerimizin olduğunu düşünüyorum, ne bileyim mesela basketbolda Banvit örneği geliyor benim aklıma. Orada iyi bir şey yaratıldı, Bandırma halkı için yeni bir heyecan oldu, iyi bir organizasyon oldu, orada planlama rayında devam ediyor gördüğüm kadarıyla. İlk aklıma gelen yer orası, büyük takımları geçiyorum zaten. Onlar hakkında pek yorumda bulunmayacağım çünkü o seviyelerde beklentiler de insanları raydan çıkartabiliyor. Bazen beklentileri insanlar kendileri yönlendiriyorlar, belki de çoğu zaman. Türkiye'de ne kadar daha iyi yapılabilir bilemiyorum tabi ya da biz yurt dışında da takip ettiğimiz için mi böyle düşünüyoruz. Çünkü yurt dışında çoğu yönetici ve başkan tanınmıyor, bazı çok bilinenler dışında.

-Dediğiniz gibi yurt dışındaki kulüpleri daha çok taraftarları ve oyuncularıyla hatırlıyoruz, tanıyoruz. Teknik direktörleri oldukça ön planda, zaten teknik direktör olarak değil menajer olarak tanımlıyorlar onları. Takımın 1 numaralı her şeyinden sorumlu kişi başkan değil, menajerler yurt dışında. Peki basketbol ve futbolda ortak bir problem hakkında soru soracağım. Basketbolda yabancı sınırı kalktı, ligimiz ve basketbolumuz nasıl etkilenir? Aynı şekilde futbolda yabancı sınırı nasıl olmalı sizce?

-Ben formayı hak edenin giymesi taraftarıyım, pasaporta bakmaksızın. Basketbolda bunun örneği var işte Anadolu Efes'te, zira geçen sene Fenerbahçe Ülker'de Kenan sakatlanana kadar ilk 5 başlıyordu. Mesela şu anda Efes'te Ivkovic en zorlu maçlarda bile Furkan'a forma şansı veriyor ki 2 sezon önce Furkan 12 kişi arasında bile yoktu, zor giriyordu. Şimdi bunlar önemli şanslar, dolayısıyla formayı hak ettiğin zaman alıyorsun. Bizim ülkemizin sporcularında da biraz hazıra alışmışlık var aslında, ben kendim eski sporcu olduğum için de biliyorum hatta belki bundan ötürü basketbolcu olmadım. Hani çamur at izi kalsın değil onun için söylediklerim. Formayı kaptığımız zaman nasıl olsa aldık daha fazla çabalamaya gerek yok diye düşünüyoruz ve vites düşürüyoruz. Forma için başka bir rakip çıktığı zaman onunla yarış içine giriyoruz, halbuki kendimizle yarış halinde olmamız gerekli sürekli. Onun için ben yabancı sınırının kalkması taraftarıyım. Artı ve eksi yönleri var tabi fakat sınırlandırmak bana biraz kolaya kaçmak gibi geliyor.


-O zaman bu soruyla gündemden uzaklaşıyorum artık, biraz daha mesleğiniz ve size odaklı sorulara dönüyorum. Mesleğinizi önerir misiniz? Özellikle benim gibi bu yolda yürümek isteyen, o yönde bir gelecek hayal eden kişilere önerir misiniz işinizi?


-Ya şöyle öneririm tabi ki ama mutlaka emin olmak ve işi sevmek lazım. Çünkü en başında da söylediğim gibi çok fazla özveri gerektiriyor, hani iş ne olursa olsun. Muhabirlikte de böyle, montajda da böyle. Diyorum ya staj döneminde bile ben okuldan çıkıyordum 4'te, gidiyordum gece 12-1'e kadar şirkette kalıyordum. Bir ara "Slam" diye bir program hazırlıyorduk, basketbol yayıncısı olduğumuz dönem. Mesela o dönem ben gece şirkette yattığımı biliyorum. İşte balayı sürecinden zaten bahsettim, bunun çok örneği var. Özel hayatınızda program yapamıyorsunuz, muhabir olduğum dönem ben 2 sene sinemaya gidemedim. Çünkü devamlı telefonum çalıyor, filmin ortasında çıkıp telefon bağlantısı yapmak zorunda kalıyorum. Mental olarak gerçekten çok yorucu bir iş. Bunları yapabileceğini düşünüyorsa insan, bence peşinden gitmeli ve hayatının da böyle gideceğini düşünerek gitmeli. Çünkü güncel bir ifadeyle, bu işin fıtratında bu var. Hakikaten işin doğası böyle, kendinden fazlasıyla ödün vermen lazım. Şunu söyleyebilirim ben NTV'ye girdiğimden bu yana, yani Ntv Spor'da, beraber çalıştığım arkadaşlarımı ailemden 2 kat daha fazla görmüşümdür.

-Diyorsunuz ki bu şartları göz önünde bulundurup hala can atıyorsanız öneririm. Açıkçası ben de hep o telefon bağlantılarının nerede ve nasıl yapıldığını merak etmişimdir. Sinemadan çıkıp bağlanmak enteresan bir hikayeymiş.

-Duruma göre değişiyor tabi o. Sinemadan çıkıp arandığım da oldu, bardan dışarı çıkıp bağlandığım da oldu,(Gülüyoruz) bar tuvaletinden bağlandığım da oldu. Herhangi bir yerde yakalanma ihtimalin oldukça yüksek, 7/24 devam ediyor çünkü. Sabah 6'da uyanıp canlı yayına bağlandığım oldu. Saati yok bu işin, telefonunu kapatma ya da sesini kısma lüksün yok. Buna benzer hikayeler var.

-Peki nasıl bir yol izlemeliyiz sizin gibi olmak için, neler yapılmalı?

-İnsanın gerçekten sporu seviyor ve takip ediyor olması lazım çünkü çok çok hakim değilsen zorluk yaşarsın. Bu "yayından önce bir bakayım ne olmuş ne bitmiş" mevzusu değildir. Öyle bir şey değil diyorum ama öyle de olabilir, fakat daha doğal olmak adına kendi altyapın olması gerekir diye düşünüyorum. Kendini bu konuda geliştirmek için altyapın olması gerekiyor. Onun dışında da kovalamak lazım ve bu işi istediğinden emin olduktan sonra hareket geçmek lazım. Dediğim gibi kendinden çok vermen gereken bir meslek. Bir de staj bu işin olmazsa olmazı bence çünkü mesela NTV'ye staja gelen çok fazla insan oluyor.

-Aralarında sizin gibi çıkan oldu mu, tanıdığımız simalardan?

-Emek'te benim gibi mesela, herhalde hatırlamazsın ama Levent diye bir arkadaşımız var, ama gerçi o içeride prodüktörlük yapıyor. Kısa bir dönem NTV'de Galatasaray muhabirliği yapmıştı. Onun dışında da Onur Erdem var.

-Evet ekranda görmediğimiz halde tanıdığımız bir isim Onur Erdem.

-O çok fazla sevmiyor ekrana çıkmayı, öyle bir planı ya da hedefi de yok ekrana çıkmak gibi. Gerçi o Bilgi Üniversitesi'yle yapılan bir sertifika programı vardı galiba oradan geldi, kısa bir staj dönemi ardından işe alınmıştı. Var yani öyle arkadaşlarımız, yeni Sinem diye bir arkadaşımız var o da dış haber editörü oldu, yeni stajyerlikten geldi. Stajda işi yapıp yapamayacağını görüp ona göre bir gelecek çizmek gerekli bence. Staj bu işin olmazsa olmazı çünkü dediğim gibi çok fazla insan gelip gidiyor, birisi geliyor hemen "ya ben spiker olacağım" diyor. Bir yandan hedefi güzel fakat daha yeni gelmiş, hiçbirimizde öyle olmadı yani. Tabi sektörde çok var öyle şansı yaver gittiği için bir anda yükselenler.

-Ama o zaman sanki biraz altı boş kalıyor gibi geldi bana.

-Yani bilemiyorum, biz izlerken zaman zaman hissediyoruz onları ama birden yükselen kişilerin kendileri nasıl düşünüyor onu bilemem tabi.

-Röportajda da bahsettiğiniz üzere sizin tüm basamakları teker teker çıktığınızı görüyoruz, ki bence sağlıklı olanı da bu. 

-Evet, Emek de bana benzer bu açıdan, montaj, prodüktörlük yapmadı ama o da işi biliyordu. Onun da staj döneminde yeri geldiğinde montaja giriyordu, habere gidiyordu, yazıyordu. Yani benzer işleri yaptık sadece benim prodüktörlük adı altında çalışmama benzer bir dönem geçirmedi o kadar.

-Emek Ege'yle olan ilişkinizden de biraz bahsedelim istiyorum. Anlattıklarınızdan bir çıkarım istersek; Emek Ege ile yol arkadaşı olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Mesleki anlamında?

-Tabi, NTV'ye girince tanışmıştık onunla ama aynı dönem olması, çok benzer karakterlerde olmamız ki bazı konularda çok çok ayrıyız aslında ama birbirimizi tamamlıyoruz herhalde. Öyle enteresan bir birliktelik ve bağ var aramızda.

-Biraz kişisel sorular soracağım fazla özele girmeden tabi ki. Hobileriniz nelerdir?

-Kendimi gün içerisinde çok iyi organize ettiğimi söyleyemeyeceğim, bunu son dönemde fark ettim. Galiba en büyük hobim müzik dinlemek.


-Herhangi bir enstrüman çalıyor musunuz?

-Çok profesyonel olarak değil fakat gitar çalıyorum. Evde zaman zaman kafa dağıtmak için
çalıyorum, herhangi bir nota bilgim yok, kulaktan dolma çalıyorum arada. Kulağımın iyi olduğunu söylerler genellikle. Bir de davul çalıyorum, onu da gitar gibi amatör olarak çalıyorum. Bir ara grubumuz vardı güzeldi, keyifliydi, deşarj oluyorduk. Davul çalmak da yıllardan beri istediğim bir şeydi, 30 yaşından sonra başladım, evde var bir tane davulum.

-Müzisyen olmak gibi de bir hayaliniz var mıydı?

-Adı hayal olacaksa, evet böyle bir hayalim vardı tabi. (Gülüyoruz) Eğer bu işi yapmıyor olsaydım gerçekten bir müzisyen olmayı isterdim. Bizim işte zor, oyunculuk gibi meslekler de zor aslında bizimki de bir nevi oyunculuk. Tabi ki o daha farklı bir donanım gerektiriyor, daha saygı duyulacak bir iş. O meslekten arkadaşları görüp tanıdıkça daha da saygı duyuyorsunuz çünkü normal hayatta bambaşka bir insan fakat eline o metni alıp okuduğu zaman oynarken çok farklı bir kişiliğe bürünüyor. Ama müzisyen kafasını hiçbir zaman çözemiyorum, çözeceğimi de zannetmiyorum. Çok ayrı bir yetenek gibi geliyor bana.

-Hobileriniz arasında müzikten başka neler var peki?

-Basketbol oynamayı çok seviyorum, kendi sağlık durumum el verdiği sürece oynamak istiyorum. Onun dışında yürümeyi, zaman zaman kitap okumayı çok seviyorum gibi klasik şeyler işte. (Gülüyoruz)

-Son birkaç soru ile röportaja noktayı koyacağım. Peki basketbol oynadığınız dönemde hangi pozisyonda oynuyordunuz genelde?

-1 numara oynuyordum ben daha çok. Oyun kurucu pozisyonunu üstleniyordum genellikle, zaman zaman 2-3 numaralara da kayıyordum tabi.

-İdolünüz var mıydı?

-Vardı, geçen gün Emek Abi'yle de konuşurken, Emek Abi dedim ya(Gülüyoruz, bunu yazma diyor gülerek), Emek'le de konuşurken konu oraya geldi. Küçüklüğümde tabi ki bir Efes Pilsen hayranlığı vardı, valla o dönem Ufuk Sarıca benim için idollerin idolüydü, o derece. Hatta geçen gün bir telefon bağlantısı yaptık Ufuk Abi'ye, sonra dedim ki ya ben küçüklüğümde idolüm olan kişiyle tanıştım, oturup bir şeyler içip sohbet etmişliğimiz bile var. Telefon açıp konuşabiliyoruz, bu insana inanılmaz mutluluk veriyor, gerçekten hayatın neler getireceği hiç belli olmuyor. Nereden koşarsan enteresan bir şey çıkıyor önüne.

-Haklısınız, NBA'de var mıydı bu tarz bir idol, NBA'i takip ediyor musunuz?

-Ya ben NBA'i çok fazla takip edemiyorum, açıkçası NBA'ci değilim. Bana biraz fake geliyor, tabi play-offlar güzel fakat orası hakikaten bir "show bussiness". Zaten Amerika elini attığı her şeyi bir "show bussiness" haline getiriyor. Böyle bir yetenekleri ve potansiyelleri var, NBA de bana çok fazla şov gibi geliyor. Benim izlemekten zevk aldığım "basketbol gibi basketbol" Euroleague.

-İzlemekten veya okumaktan zevk aldığınız bir yorumcu ya da köşe yazarı var mı?

-Bence yorumcu deyince mesela Mehmet Demirkol çok çok ayrı bir yerde. Sadece sporla ilgili yorumları değil, hayata bakış açısı, kültürel ve entel bilgisiyle çok dolu bir adam. Keşke herkesin tanıma fırsatı olabilse, onu izlemekten ve okumaktan çok keyif alıyorum. Her seferinde bana bir şeyler kattığını düşünüyorum. Onun dışında yine çok değerli isimler var, Uğur Meleke'yi yine severek izliyorum, okuyorum. Kalemi çok güçlü, vizyonu çok güçlü bir arkadaşım.

-Severek izlediğiniz bir spor programı var mı peki?

-İzlediğim programlar var fakat çok spor programı olarak görmüyorum onları. (Gülüyoruz) Yanlış anlaşılmalara yol açmamak için söylemeyeyim şimdi burada.

-Daha çok eğlence programı diyebiliriz o zaman onlara.

-Şov diyebiliriz o programlara, tam Amerikan stilinde programlar. "Bu Tarz Benim" gibi yani. Spor programı değil de, hakikaten bire bir mizansen var orada. Yine isim vermeyeceğim ama bazen kafa dağıtmak için izliyorum o tarz programları. (Gülüyoruz) Sisteminde biraz ihtiyacı var aslında böyle programlara. Enteresan gelebilir fakat güzel işler yaptıklarını düşünüyorum ama burada asıl garip olan insanların bunlardan etkilenmesi. Trajikomik olan taraf bu. Böyle işlerin yapılması lazım diyorum çünkü mesela yeri geldiğinde Erman Toroğlu canlı yayında cacık yaptı diye herkes eleştirdi, herkes güldü; "Abi ne yapıyor bu adam?" diye, ama adam orada doğru bir şey yaptı. Türk sporunun durumu ortada yani, bir cacık olur mu? Olmadı. Oluyor mu? Olmuyor. Olacak mı? Onu da bilemiyoruz. (Gülüyoruz) O nedenle böyle işlere ihtiyaç var diye düşünüyorum.

-Peki özellikle dinlediğiniz bir müzik grubu var mı, yabancı ya da Türk, hatta ne tarz müzikler dinlersiniz?

-Ben biraz daha yabancı ve rock ağırlıklı dinliyorum, çok grup var. Ben küçüklüğümden beri dinlediğim için Metallica'nın ben de yeri çok ayrı, son 10-15 senedir Muse grubunu çok severek dinliyorum. Kasabian'ı seviyorum, Killers'ı seviyorum. Ülkemizde de iyi gruplar var ve müzisyenler var. Sadece rock değil tabi, başka müzik tarzları da var dinlediğim, o biraz günlük ruh halime de bağlı olarak değişiyor.

-Anladım. Çok teşekkürler beni kırmayıp geldiğiniz için, çok sağ olun. 

-Ben teşekkür ederim, umarım istediğin gibi olmuştur.


11 Aralık 2014 Perşembe

Röportaj: Irmak Kazuk | 1. Bölüm


Herkesin gelecek için bir hayali ve planı vardır. Bu blog da benim hayalime ve gelecek planlarıma giden yolu açabilecek bir mecra. Her zaman bu blogun fikirlerimi özgürce ifade ederek bir şekilde benim spor basınına girmeme ön ayak olacağına inandım ve geçtiğimiz günlerde uzun zamandır blog için yapmayı düşündüğüm bir şeyi gerçeğe dönüştürdüm. Bu projeyi kısaca açıklamak gerekirse spor medyasından tanınmış bir isimle röportaj gerçekleştirerek, gelecek hedeflerim için ne derece doğru bir yol izlediğimi kontrol etmek. Aynı zamanda ekranlarda özenerek izlediğimiz isimlerle de tanışmış olacaktım. Geçtiğimiz günlerde bu çalışma için harekete geçtim ve sosyal medya üzerinden Ntv Spor'un başarılı spikerlerinden Irmak Kazuk'la iletişim kurdum. Kendisi bu teklifime oldukça pozitif ve samimi bir geri dönüş yapınca da haliyle çok mutlu oldum. Geriye kalan küçük detayları da hallettikten sonra buluşup keyifli sohbetimize start verdik. Umarım okurken siz de bizim kadar zevk alırsınız.

Heh, evet...
-Deneme ses bir, iki... Başlıyoruz.

-Merhaba, nasılsınız?

-İyi sen nasılsın?

-Ben de iyiyim sağ olun. Öncelikle hayatınızdan biraz bahsetmek istiyorum. Nerede doğdunuz, hangi okullara gittiniz? Ben biraz araştırdım fakat sizden dinleyelim.

-1980 Ankara doğumluyum. Ama kütük Düzce'den, Düzceliyiz aslen Çerkesiz. Bilmiyorum belki duymuşsundur Düzce'de Çerkes ve Abaz nüfusu fazladır. Bizim de kökenimiz Çerkes. Zaten ben daha 2 yaşındayken ailem İstanbul'a gelmiş Ankara'dan, babamın işlerinden ötürü. Ondan sonra da aslında büyük oranda İstanbullu denilebilir. Ondan sonra ortaokula Birkan Yetkin Lisesi'nde başladım. İyi bir liseydi, o dönemin ilk özel okullarından bir tanesiydi ve o zamanda fiyatlar şimdiki gibi uçmuş değildi, daha makul çerçevelerde özel okullarda eğitim alabiliyorduk. 3. sınıfın ortasında okulumuz iflas etti, öyle enteresan bir gelişme oldu. Oradan ben Tarabya'da Yeni Yıldız Lisesi'ne geçtim. Sonra da lise 1,2 ve 3'ü okuyup bitirmek üzere Ata Koleji'ne geçtim. Üniversitede de Bilgi Üniversitesi Televizyon Gazeteciliği bölümünü bitirdim. O zamanlar basketbol oynuyordum. Hatta öğrencilik hayatımın büyük bölümünü basketbol belirledi diyebilirim. Çünkü lisede ve üniversitede basketbol bursuyla okudum. Ata Koleji'nde basketbol bursuyla okudum.Aynı şekilde Bilgi Üniversitesi'de o yıllarda ilk defa spora değer veren ve sporculara burs veren bir okuldu. İşte öyle bir hayata giriştik yani.

-Ben zaten basketbola olan ilginizi soracaktım size. Hazır oradan başlamışken devam edelim isterseniz. Basketbolcu olmak gibi bir hayaliniz vardı o zaman?

-Vardı tabii ki. 8-9 yaşımdan 24 yaşıma kadar profesyonel olarak oynadım. İşte en son İTÜ'de A takıma yükseldim. O dönemler biraz daha okul mu basketbol mu, ince çizgilerin geçtiği dönemlerdi. Derken NTV opsiyonu çıkınca, tabi NTV o zaman sadece bir spor servisiydi, şimdiki gibi spor kanalı yoktu fakat prestijli bir kanal olduğunu biliyorduk. Oradan öyle bir fırsat çıkınca ister istemez NTV'ye doğru kaydım. 

-Peki NTV işi nasıl gerçekleşti?

-2001 yılında staja başladım ben NTV'de, 2003'ün başına kadar, yani benim üniversitedeki son senemin başına kadar, staja gittim geldim. Stajyer iken zaten bütün işleri yapıyorsunuz. O dönemde okulda da montaj setini öğreniyorduk, çekimleri öğreniyorduk, neler haber değeri taşır onları öğreniyorduk. İşte 5N1K denilen o piramidi öğreniyorduk. Teoride öğrendiğimiz şeyleri NTV'de pratiğe dönüştürme şansı buldum. Yeri geldi montaj yaptım, yeri geldi habere gittim soru sordum ama staja başladığım günden bu yana bayağı iş gibi gidiyordum. Okuldan çıkıyordum işe gidiyordum ya da işten çıkıp okula gidiyordum, bayağı mesai harcıyordum. Bütün şirketlerde staj sistemi daha az maaşla daha çok iş yaptırmaya da dayandığı için ülkemizde, kapitalist sistemin getirilerinden birisi bu da tabi. Sistem böyle olunca kimse de bana bir şey söyleyemiyordu, ben de kendi önümü görmek istiyordum. Benim de okulu bitirmek için bir proje yapmam gerekiyordu bu nedenle ben 4. sınıfın başında NTV'den ayrıldım. O dönemde de galiba şirketin de stajyerlerle ilgili karşılıklı bir sorunu vardı, tam olarak hatırlamıyorum. Okuldan mezun olduktan sonra benim reklam yazarlığı motivasyonum vardı, çok reklam dersi alıyordum. Okul bitince de bir reklam ajansında staja girdim, metin yazarlığı stajı yaptım. Valla bilmiyorum herkese aynı şeyi mi söylüyorlardı ama beni bayağı bir gazlıyorlardı, kalemin iyi, yaratıcılığın iyi güzel şeyler olabilir, yeteneğin var diyerek. Ama şimdi şöyle bir şey var, yeni bir sektöre girince her şeye baştan başlayacaktım. Her ne kadar yetenekli de olsam, NTV'de yaşadığım o parasız gidip gelme sürecini tekrar baştan herhangi bir reklam ajansında yaşayacaktım. Tam o sırada, ya ne yapacağım ben derken, NTV'den aradılar beni, iş teklifinde bulundular. O dönem bir prodüktör açığı vardı, dediler gel burada prodüktörlük yap, işin biraz daha montaj kısmı, teknik kısmı yani. Ben de iyi dedim, gittim ve başladım. Direkt muhabirlik ve spikerlikle başlamadım yani. Tabi insanlar seni kamera önüne geçmedikçe tanımıyor doğal olarak. Önce bir montaj kısmı, sonra dış haber editörlüğü yaptım, dış haber muhabirliği yaptım. Sonra da işte 3 seneye yakın basketbol ve Galatasaray muhabirliği yaptım ve şimdi de işte içeride program sunuyorum.

-Anlattıklarınıza göre yavaş yavaş yükseldiğinizi söylemek mümkün. Her kademede bulunduğunuzu ve basamakları teker teker çıktığınızı söyleyebiliriz.

-Evet, aynen. Biz Emek(Ege)'le bu anlattığım süreci beraber yaşadık. Beraber iş yapmamızın dışında çok yakın bir arkadaşım. Onunla beraber şimdi staj için gelenlere baktığımızda, gözlemlerimizin bize bir bakış açısı kazandırdığını söyleyebilirim. Kendini beğenmiş bir tavırla söylemiyorum bunu çünkü zaman zaman sorduğunuz sorunun cevabının nereye gidebileceğini bunun yanı sıra yaptığınız haberin montajını ve seslendirmesini yapmak, yayın akışını düzenlemek bana bayağı bir şeyler kazandırdı diyebilirim. Biraz daha yorucu ve motivasyonu sağlaması zordu fakat bir artısı var.

-Eğer işinizi layığıyla yaptığınızı düşünüyorsanız çok fazla mütevazi olmanıza gerek yok bence.

-Ya aslında ben mütevazi bir adamımdır. Ama bizim işi de genelde insanlardan gelen tepkiyle ölçüyorsun. Çünkü iş çok fazla tekrar gerektiriyor, bir de her gün sadece Spor Gecesi'nden bahsediyorsak, zaten en az 1 saat ekrandayız, minimum 1 saat konuşmamız lazım. Yeri geliyor çok fazla aynı şeyleri konuşuyoruz dolayısıyla biz de farklı bir şey yaptığımız zaman onu insanlardan önce hissediyoruz. O daha enteresan bir haz oluyor, tabi insanlardan da geri dönüş almak çok güzel. 

-Tabi yaptığınız işin takdir edilmesi her alanda güzeldir.

-Ya evet öyle hakikaten çok güzel.

-Metin yazarlığı kısmından bahsettik. Hala devam ediyor musunuz haber metinlerini yazmaya?

-Şöyle, o biraz da iş bölümüyle alakalı. Spikerler, sunucular çok fazla metin yazmıyor. Ama mesela şu dönemde ben biraz bir şeyler yazmaya ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Sen de biliyorsundur blogundan, yazdıkça kalem gelişiyor. Ben bir dönem olabildiğince düzenli Ntvspor.net'e yazı yazmaya çalışıyordum. Çok uzun zamandır girip bakmıyorum fakat bundan 2 yıl önce ilk yazdığım yazıyla son yazdığım yazı arasında dağlar kadar fark vardı. Hakikaten öyle bir alışkanlık, öyle bir antrenman olayı var, kalem ve düşünce bakımından.

-Evet, o dönemde ben de takip ediyordum yazdıklarınızı. Hatta bu röportaj için de ilk olarak orada yazan e-posta'ya mail göndermiştim. Tabi o mail ne oldu şimdi bilmiyorum. 

-Sonra mail uzantısı değişti belki ondan ulaşamamış olabilirsin.

-Peki kariyerinizin ilerleyen döneminde köşe yazarlığı düşünüyor musunuz? Özellikle basketbol hakkında?

-Basketbola ilgim daha fazla diyemem şu anda. Her iki alana da(futbol ve basketbol) ilgim eşit. Tabi daha önce basketbol muhabirliğinde bulunmam ki zaten iş yaptığım dönemdeki çoğu oyuncu çok küçüklükten beri arkadaşım, hala bugün görüşüyoruz hepsiyle. Dolayısıyla basketbola karşı hissettiğim şeyler daha fazla ve daha güzel. Ülkede ilginin daha futbola yönelik olması da tabi hep o alanı takip etmeye zorluyor insanı. Ama soruya gelecek olursak evet düşünüyorum. Bir yandan da yazı yazmak için kendimi biraz geliştirmek, pratik yapmak istiyorum. Dediğim gibi güzel şeyler yazdığımda hoşuma da gidiyor. Aslında hiç blog açmadım, bazen düşünüyorum böyle bir şey yapsam mı diye, blog sahibi olmak da bir yandan ciddi mesai ve emek gerektiren bir iş. Yani işten kaçtığım için değil ama şimdi kendi işimde mental olarak bir egzersiz gerektiriyor, onun altından kalkabilir miyim, onu bilemiyorum. Blog olarak değil fakat yazı kısmını yapmak istiyorum.

-Gerçekten ciddi emek isteyen bir iş ve yenilemeyince olmuyor. 


-Yani artık zaten şöyle bir şey oldu, bu her şey için geçerli blog da dahil, her şey sosyal medya ile entegre olmuş durumda. Eğer sadece tutup bloga yazarsanız çok bir manası yok. Yazdığınız yazının sosyal medyada PR'ını yapmanız lazım, insanlara duyurmanız lazım, ilgi çekici şeyler olması lazım. Zaten işin zor kısmı o. Biz de bunu yeni fark ettik. O da şöyle oldu, Spor Gecesi'ne başladığımızda Emek'le beraber dedik ki sosyal medyada bir şeyler yapalım, çünkü programın özelliği interaktif olması, insanlardan soru almamız, onları bir yandan bizimle birlikte hissettirmemiz. Bu nedenle olabildiğince samimi olmaya çalışıyoruz, işte sosyal medyada bu işin yönetimini yaparken, ben her sabah 11'de kalkıyorum, 11'den 3'e kadar evde kafa yoruyorum. 3'te Emek'le buluşuyoruz, 3'ten 6'ya kadar onunla bununla ilgili konuşuyoruz. 6'da yayına gidiyoruz. İnanılmaz yorucu bir iş hakikaten. Bazılarının kafasında sosyal medya ne olacak 2 fotoğraf koyarsın 2 tweet atarsın tamam da bir işi hakkıyla yapmak istiyorsanız, çok ciddi kafa yormanız gerekiyor. Blog da bununla alakalı bir iş, eğer yazıyorsanız biraz da sosyal medyadan yürütmeniz lazım.



-Artık her şey dediğiniz gibi sosyal medyadan yürüyor. Peki şöyle diyebilir miyiz; Twitter blogları öldürdü mü? Yani onların aktifliğini bitirdi mi? 140 karakter olmasına rağmen sonuçta herkes düşüncülerini daha kolay bir şekilde beyan edebiliyor. Ne düşünüyorsunuz?

-Evet, biraz baltalıyor diyebiliriz. Aslında Twitter, internet, sosyal medya bunlar hep insanın hayatını kolaylaştırmak için var. Sonuçta Twitter da blog takip edenlerin hayatını kolaylaştırıyor. İyi bir sosyal medya kullanımıyla blogları aktif kılmak mümkün bence. Ama dediğim gibi blog ciddi emek isteyen bir iş oradan ciddi bir kazanç olması gerekiyor ki diğer işinin önüne geçip ona ciddi zaman ayırabilesin.

-Kesinlikle katılıyorum size. Peki şöyle bir soru sorayım, güncel futbol ve basketbola geçmeden önce. Siz muhabirlik de yaptınız, spikerlik de yapıyorsunuz halen. Hangisini tercih edersiniz? Muhabirlik mi spikerlik mi?

-O biraz ne istediğinizle alakalı ama şimdi ikisinin de farklı avantajları var. Şimdi muhabirlik dışarıdan inanılmaz güzel gözüken bir şey. Evet çok güzel tarafları var, dünyayı gezebiliyorsunuz mesela en basit ve güzel örneği. Ben çok yere gittim fakat sonuçta iş için gidiyorsunuz, hiçbir zaman tatil için gittiğin gibi olmuyor tabi ki. Herkesin görmek istediği, tanışmak istediği insanlarla konuşuyorsun, sürekli onlarla temas halindesin ve hatta belki onlarla aran iyi oluyor. Bunlar muhabirliğin cezbedici tarafları. Göz önünde de oluyorsunuz bir nevi ama senin hayatından çok götüren şeyler bunlar. Hele ki Ntv Spor, Lig Tv gibi spor kanallarında muhabirlik yapıyorsanız 7/24 tetikte olmanız gerekiyor. Misal ben gece 10'da yorgun argın eve gelip, 11 buçukta yatağa girip yarım saat sonra gelen bir telefonla apar topar kalkıp evden çıktığımı hatırlıyorum. Yani bu tip çok örnek var. Mesela 2 sene önce evlendim, yurt dışında evlendik, geldik. Bir gün sonra 15 gün Antalya'ya kampa gittim. Antalya'dan döndüm, 1 gün sonra İtalya'ya gittim 1 haftalığına. Bunlar çok kolay şeyler değil, ciddi özveri gerektiren şeyler. Sunuculuk kısmı da tabi göz önünde bulunduğun için daha prestijli. Onda da nasıl bir iş yaptığına bağlı, sunuculuk kısmından yürüyecek olursak. Hani haber sunmak pek bir şey ifade etmiyor benim için. Spor Gecesi de bir anlamda öyle değil mi diyebilirsin ama orası biraz daha serbest bir alan bizim için. Biraz daha istediğimiz yorumu yapabiliyoruz, tabi ki belli sınırlarımız var. İstediğimiz işi orada sergileyebiliyoruz, rahatız, orada daha bir özgürüz ama tutup 5-10 dakikalık bülteni prompterdan okumaktansa benim kendi duyduğum haz açısından Spor Gecesi tarzı bir program, bu tarz bir yayıncılık daha iyi.

-Önceki söylediklerinize bağlı olarak bir soru yönelteyim o zaman. NTV spor servisinin, kendi başına bir spor kanalı olma sürecinde bulunuyordunuz değil mi?

-Evet bulunuyordum.

-Peki bu süreç sizi heyecanlandırmış mıydı? Aslında Ntv Spor bir anlamda devrim oldu diyebilir miyiz spor kanalları açısından? Yanlış hatırlamıyorsam bir tek Lig Tv vardı o dönemlerde spor yayıncılığı yapan.

-Evet, o dönem hepimizin bir heyecanı vardı. Ben ilk NTV'de spor servisine girdiğim zamanlar Lig Tv bile yoktu. Sadece CNN Türk vardı, onlar çok iyi bir atılım yapıp iddialı bir kadro kurmuşlardı, iyi de habercilik yapıyorlardı. Zaten CNN Global dünya çapında güçlü bir habercilik markası. Onun peşinden gitme yönünde bayağı bir istekliydiler. Soru neydi ya bu arada? (Gülüyoruz.)

-Ntv Spor'un başlangıç dönemindeki düşünceleriniz ve hisleriniz nelerdi?

-İlk başta sadece konuşuluyordu, Fuat(Akdağ) abi bize bahsediyordu böyle bir projeden. Hatta dönem dönem bana ya da diğer arkadaşlara başka kanallardan gelen teklifler oldu, bunun üzerine Fuat abi bize şöyle demişti: "Bizi bir tren olarak düşün, hepimiz bir vagonu temsil ediyoruz ve sen bu vagonlarda bizimle birliktesin. Bu trenin çok uzun bir yolu var, biz Türkiye'de spor yayıncılığında güçlü bir şey yapacağız, bir devrim yapmayı planlıyoruz." şeklinde konuşup beni ikna etmişti açıkçası. Zaten Fuat Akdağ sektörün en önemli isimlerinden birisi, diğerlerine de haksızlık yapmak istemem tabi ama hem bana kattıkları açısından hem de bana verdiği fırsatlardan ötürü benim için çok önemli bir insan. Şimdi öyle bir fikir ortaya atılınca insan ister istemez heyecan duyuyor. Çünkü kanalın büyümesi demek hepimize daha fazla iş imkanı olacağı anlamını taşıyordu. Biz NTV spor servisinde her saat başı 5 veya 10'ar dakikalık bültenler hazırlarken Ntv Spor'da 24 saati kapsayacak bir yayıncılık yapmamız gerekiyordu. Tabi bunun için ciddi mesai ve emek ihtiyacı var, daha fazla insana ihtiyaç var. O da bizim önümüzün açılması anlamına geliyordu, NTV spor servisinde iken de belki aynı hedeflerimiz mevcuttu ama yaptığımız 2-3 tane program vardı, onlardan da bir tanesini Murat Kosova, bir diğerini Okay Karacan, öbürünü Serkan Korkmaz, bir diğerini de Fuat Akdağ sunuyordu. Şimdi hal böyle olunca sen nasıl bu ustaların arasına girip onları kesebilirsin ki? Öyle bir dünya yok fakat iş alanı daha çeşitli olunca bizim için önemli bir fırsat oldu.

-Tabi kanaldaki herkes için de ekrana çıkma şansı artmış oluyordu böylece. 

-Böyle olunca da bu fikir hepimizi heyecanlandırdı. Bizim için ekran önüne geçme şansı ama atıyorum prodüktör bir arkadaşımız için yönetmen olma şansı, yönetmen olan bir arkadaşımız için de program müdürü olma şansı. Hepimize farklı imkanlar doğurdu. Bir de bizim ekipte her zaman bir heyecan vardı, zaten NTV Spor'un oluşumunda bulunan o NTV spor servisinden gelen çekirdek ekibimizle aile gibiyiz ve o aile gibi bu işi başarabilmek düşüncesi bile harika bence.

-Evet, zaten bu bir takım oyunu. Bu yönüyle de futbola ya da basketbola çok benziyor. Herkes işini layığıyla yapınca ortaya güzel şeyler çıkıyor, Ntv Spor gibi. Benim için Ntv Spor gayet doyurucu bir spor kanalı diyebilirim. Hiçbir abartma olmadan diğer kanallardan çok daha önde olduğunu söyleyebilirim benim için. Peki 2010 Basketbol Milli Takım muhabirlik döneminizden "Denemeden Olmaz"a kadar gelen süreci kısaca özetleyebilir misiniz?

-2010 Dünya Şampiyonası dönemi enteresandı tabi, sadece benim için değil, tüm takım için hatta masöründen, federasyon görevlisine kadar herkes için çok özeldi, çok farklı bir enerji vardı. Hala daha geçen günlerde Kerem(Tunçeri)'le, Hidayet'le Twitter üzerinden mesajlaştık, yine Dünya Kupası üzerine, unutulmaz bir anıydı herkes için, ülkemiz için de. Ya insanlar askerlik için böyle derler, ben de yaptım askerliği, orada da güzel dostlarım oldu, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası da askerlik gibi oldu benim için. O 1 ayı omuz omuza geçirdiğimiz bütün ekip nerede, ne zaman karşılaşırsak sanki dün gibi mutlaka oturup konuşuyoruz o zamanları. Mesela geçen gün, o zamanlar Milli Takım kondisyonerliği yapan Ozan Şirikçi var, dün yine Kanyon'da karşılaştık onunla tesadüfen. Oturduk 1 saat boyunca konuştuk sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi. İşte 2010'dan sonra aslında çok fazla basketbolla devam etmedim, 2 senelik Galatasaray muhabirliği dönemim var o arada. Şirket içerisindeki şartlar öyle gerektirdi biraz da, işte Galatasaray muhabirliği sonrası da geçen senenin başıydı galiba, muhabirken ben biraz daha program üzerine bir şeyler yapmak istediğimi şirketle konuştum. Onlarda tamam dediler, hep beraber bir fikir düşünelim, neden olmasın dediler.


-Anladığım kadarıyla sizin isteğiniz üzerine gerçekleşmiş bu proje, değil mi?

-Bizim sektör öyle, yani senin kendin konuşman lazım. Yoksa kimse gelip sana herhangi bir şey söylemez. O iş öyle, bizim şirkete özel bir durum değildir o. Daha sonra şirkette Yener diye bir arkadaşım var onunla konuştuk, biraz bakındık. O bir format gördü, galiba Eurosport'taydı, tam olimpiyat öncesiydi program. Tabi orada daha farklı bir şeyler yapıyorlardı, olimpik sporlara dair insanları bilinçlendirmek ve onları olimpiyatlar hakkında bilgilendirmek amaçlıydı. İzledik o programı, dedik ki biz bunu yapabilir miyiz? Tamam yaparız dedik. Sonra Fuat abiye gittik sunduk, tabi Fuat abi bu fikri havada kaptı. Bu tarz bir programı Türk spor medyasında birisi yapacaksa bunu kesinlikle senin yapman lazım dedi bana. Hem spor geçmişin var, samimisin, doğalsın ve olabildiğince enerjini yüksek tutmaya çalışıyorsun dedi. Öyle başlamış olduk "Denemeden Olmaz"a. Gerçi şimdi bir ara vermiş durumdayız ama tekrar başlamayı planlıyoruz.

-Ben de yanılmıyorsam 2-3 hafta önce Ntv Spor'da bir bölüm gördüm, acaba yeni bölüm mü diye düşündüm ama ara verdiğinizi de biliyordum.

-Şöyle aslında bu sene başında başladık, 6-7 bölüm çektik. Biraz renklendirmek için işin içine daha tanıdık yüzleri de katalım dedik. İşte Emre Karayel'le, Manga'dan Ferman Akgül'le, Yüksek Sadakat'in eski vokalistlerinden Kenan Vural'la yaptık. Başka kiminle yaptık ya?

-Ceza'yla olan bir bölüm vardı sanki?

-Evet evet, Ceza, Sinan Güler ve Muratcan Güler'le. Çok efsane bir bölüm olmuştu. Dönüp baktığımızda güzel şeyler yapmışız diyebiliyorum ama onları organize etmek de çok kolay değil. Zaten işin içinden çıkamayacağımızı biraz hissedip "pause" tuşuna basmıştık, şimdi yine başlayacağız fakat ne yapacağımızı tam bilemiyoruz, yapacağız bir şeyler.

-Anladım. Peki kariyerinizi bundan sonra nasıl yönlendirmeyi düşünüyorsunuz? Bir hayaliniz var mı? 

-Ya ben hayatımda hiç uzun vadeli hayaller kurmadım, bu tamamen karakteristik bir şey. Hep önüme bir şans geldi, onu en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştım, başka bir kapı açıldı, aynı şekilde onun için çalıştım. 3-4 kapı sonrasını kafamda pek fazla tasarlamıyorum ama Spor Gecesi'ndeki özgürlüğümüzden de yola çıkarak zaman zaman programı, Emek'le de bunu konuştuk, büyütme motivasyonuna gelmiyor değilim. Böyle tabi ki Jimmy Fallon, Beyaz Show tarzı değil fakat biraz oralardan bir şeyler alarak biraz da biz üstüne ekleyerek değişik bir format oluştumak. Bunu hayal olarak söylüyorum tabi çünkü Türkiye'de yeni bir şeyler oluşturmak için çok profesyonel bir ekiple çalışmak gerekiyor, şartlar biraz zorluyor. Onun için buna hedeften daha ziyade hayal diyebiliriz. Daha gerçekçi olmak lazım.

Keyifli sohbetimiz oldukça uzun olduğu için 2 bölüm olarak yayınlamaya karar verdim. 2. Bölüm için takipte kalın. Pek yakında burada!


15 Kasım 2014 Cumartesi

Neden olmuyor?


Geçtiğimiz çarşamba günü Milli Takım, Şükrü Saraçoğlu'nda Brezilya'yı ağırladı ve sahada herhangi bir direnç gösteremeden 4-0 mağlup olduk. İşin korkunç yanı 4-0 yenilmek değil tabi ki. Brezilya'dan herkes 4 gol yiyebilir ama önemli olan sonuna kadar mücadele etmekti. Ne yazık ki futbolcularımızda futbol oynamak adına ne bir heves vardı ne de kazanmak adına bir hırs taşıyorlardı. İşin üzücü ve bizleri ürküten yanı bu. Bundan önceki son 3 resmi maçımızda da İzlanda'ya 3-0, Çeklere sahamızda 2-1 mağlup olup, Letonya deplasmanından da 1 puanla dönmüştük. Milli Takım sırasıyla bu sonuçları alsa ve başında Fatih Terim olmasaydı da atıyorum "X" kişisi olsaydı, kesinlikle Terim'in adı Milli Takım ile anılmaya başlanırdı. Peki ülkemizde CV'si bu derece başarılarla dolu belki de motivasyon konusunda en yetenekli teknik direktörü nasıl oluyor da oyuncuları havaya sokamıyor? Tamam futbolda her zaman 2+2=4 etmez ama burada başka sorunlar da baş gösteriyor. 

1- Futbolu yönetenler


Ülke olarak birlik olduğumuz bir konu varmış demek ki. Futbolumuzu yönetenlerden kimsenin memnuniyeti olduğunu zannetmiyorum. Hatta belki de yönetenler iş adamı, müteahhit vesaire olmasaydı, futbolun içinde bu denli geniş bir para sirkülasyonu olmayacaktı. Tabi ki bu bizim ülkemizi de aşan bir konu. En azından bir konuda liderlik edebiliriz diye düşünüyorum(madem futbol ülkesiyiz), belki çok zor ama bu işin içinden gelen profesyonellerin mevcut yönetimden daha kötü işler yapacağını sanmıyorum. Önder Özen'in bir dergiye verdiği röportajda beni çok etkileyen bir sözü vardı, şöyle diyordu: "....Biz gidip Sanayi Odaları seçiminde oy kullanamıyoruz. Türk Tabipler Birliği Genel Kurulu'nda fikir beyan edemiyoruz. Ama futbolun bugünü ve geleceği planlanırken onlar karar verebiliyor." 


2- Yabancı sınırı


Ülkenin en büyük futbol sorunu ve asla çözüm bulmayacak bir şekilde devam ediyor. Her transfer döneminde tartışılıyor hatta sezon içinde bile tartışılmaya devam ediliyor. Yabancı sınırını kim belirliyor gerçekten futbolu seven insanların merak ettiği bir soru bu. Kim diyor mesela; "6+0+4 olsun, 4 yabancı kulübede değil tribünde otursun bence, daha yararlı olacaktır" diye. Bu nasıl bir mantıktır aklım almamıştı o zamanlar hala da almıyor. Son yabancı kuralı da herkesin bildiği gibi sahada 5 yabancı kulübe ve tribünde sınırsız yabancı. Tribünde yabancı bulundurma fetişi başka ülkede var mı onu da bilemiyorum. Peki yabancı sınırı neyi önlemek ya da neyi geliştirmek için alınmış bir önlem? Federasyon başkanı dahil bu soruya net cevap verecek biri yok bence. Çünkü "Milli Takımı geliştirmek için" tezi sahadaki görüntü ve eldeki verilerle çok açık şekilde çürütülebilir. Kulüp futbolunu zedeleyen ve Avrupa Kupalarında önümüze taş koyduğu da bariz bir sınırlama oluyor bu. O zaman neden ısrar ediyoruz bu kadar? Yetkili kişinin ısrarı nedir? Anlayamadık.

3- Antrenman seviyesi ve altyapı problemi



O bayıldığımız, öldüğümüz bittiğimiz Alman,İspanyol ya da İngiliz ligleriyle aramızdaki esas farkı yaratan kısım burası bence. Futbolda çok yetenekli bir ekibe sahip olmasınız bile çalışarak elinizdeki oyuncuların potansiyelini yükseltebilirsiniz. Ülkemizde antrenman seviyesi gerçekten çok düşük ve ne yazık ki oyuncularımız ne kadar yetenekli olsalar da çok tembeller. Bu tezimi genele vurarak belki birkaç çalışkan arının hakkını yiyorum fakat futbol bir ekip işidir. Bir kişi değil, ekip olarak çalışıp takım olarak hareket etmek gerekir. Belki biz sahadan önce rakiplerimize antrenmanda kaybediyoruz. Ülkemizin sempatik antrenörlerinden Yılmaz Vural, eğitim gördüğüm okulumda bir konferans gerçekleştirmişti ve orada şöyle demişti: "Ya futbolun bir bilimi var, kitapta yazıyor her şey. Fakat bizim oyuncumuza uyguladığımız antrenman biçimi oyuncumuzun keyfine kalıyor maalesef. Fazla yüklenince sakatlanıyor, alışmamış ki." Antrenman probleminin temeli de tabi ki altyapıya bağlanıyor. Nitelikli eğitimci sayımız belki bir elin parmaklarını geçmez. Futboldan hayatını kazanan gençler çok erken yaşta hayal edemeyeceği kadar parayla karşılaşıyor ve durum böyle olunca onları eğitmek kat kat zorlaşıyor. Disiplin problemi ve adam yönetimi zayıf antrenörler de bunun üstesinden gelemiyor. Gerçekten futbolda o kadar büyük rakamlar dönüyor ki o gençleri terbiye etmek gerçek bir emek ve başarı istiyor. Altyapı sorunumuz yeteneksiz gençlere değil, maalesef yetenekli fakat işlenemeyen ve disiplinsiz gençlere bağlı. 


4- Milli Takım ve kulüp takımı bağlantısı



Kulüp takımlarının başarısı direkt olarak milli takım yansıyor. 2000 jenerasyonu çok farklıydı ve bize 2002'de dünya üçüncülüğünü getiren takımın omurgasını oluşturuyordu. İspanyolların kulüp futbolunda Barcelona, Real Madrid hatta Atletico Madrid ile yakaladığı başarılı çizginin onlara 1 Dünya kupası ve 2 Avrupa şampiyonluğu getirdiğini biliyoruz. 2014 Dünya Kupası şampiyonu Alman takımının da omurgası bir sezon önce tüm Avrupa'yı dize getiren Bayern Münih'li oyunculardan oluşuyordu. Bunun gibi örnekler önümüzde mevcut duruyor. Fakat bizde bir başka sorun ise şu; Fenerbahçe ve Galatasaray yurt içinde birbirlerine ateş püskürüyor sonra gidip Milli Takım'da can ciğer kuzu sarması. Tabi ki profesyonel insanlar bu oyuncular gidip kavga edecek değiller ama o zaman yurt içinde neden asıp kesiyorsun? Bu konuda asla çözüm bulamayacak başka bir konu. 

24 Ekim 2014 Cuma

Futbolda Tanrı Parçacığı


Futbolun içinde uzun yıllardır bulunmasına rağmen yanılmıyorsam vitrine 2-3 sezon önce Ntv Spor tarafından çıkarılmıştı Önder hoca. Takımların yaz kamplarını yorumluyorlardı ve orada akıllara kazınan ilk terimini söyledi belki de "pozisyonun eksperi". Neydi kimdi pek bilgimiz olmamakla beraber izliyorduk. Konuşmasından, hareketlerine kadar futbol bilgisinin maksimumunu bizlere yansıtmak istiyordu. Tam da bahsettiğimiz o sezonun sonunda, "Harcanıyor Önder Özen, kameranın önünde değil bir şekilde futbolun içinde olması gerekiyor." derken "feda" sezonunu geride bırakan Beşiktaş'ın futbol direktörlüğü teklifi geldi. Yeni yapılanma, yeni stad ve tamamen yeni bir Beşiktaş. Önder hoca ise bu yapılanmanın baş mimarı olarak atanmıştı göreve. Çoğu futbolsever gibi ben de hocanın sahanın dışında değil, saha içinde bulunmasından yanaydım. Fakat bu onun tercihiydi. Beşiktaş dönemi çok hızlı başlamıştı ve Bilic yönetiminde zımba gibi giden takım Galatasaray derbisiyle bertaraf olmuştu. Bir derbi belki de tüm sezona mal olmuştu. Medyada çıkan Önder Özen ve Slaven Bilic tartışmaları haberleri artarak devam etti. Beşiktaş sezonu 3. olarak bitirdi. Ne kendi standart seviyesini aşmıştı ne de altında kalmıştı Beşiktaş. Ama Önder Özen 2 sezonluk ve daha sonrası için olan uzun vadeli plandan ilk sezon sonunda ayrılmıştı. Sebebi belki yönetimdi, belki de başka bir şey. 2 sezona yayılan bu planın baş mimarı projeyi yarım bırakmıştır, yine de ektiği tohumların büyümesini müthiş bir istekle izlemektedir. Tıpkı dün akşam izlediği gibi.

Şahsen çok sevdiğim ve futbolumuz adına çok değer verdiğim bir insandır. Fenerbahçe'nin 2008 yılındaki Avrupa yürüyüşünde de arka planda büyük katkı sahibi olduğu aşikardır. Fakat bunları ancak o vitrine çıktıktan sonra öğrenmek bizim ayıbımızdır. Türkiye'de her alanda özellikle futbol anlamında birçok değeri bu şekilde göz ardı ediyoruz. Önder hoca gerçekten oturup futbol hakkında muhabbet etmek istediğim insanlar arasında 1 numarada yer alıyor. Oyuna bakış açısı ve oyunu algılayış biçiminde gerçekten marjinal bilgiler var. Teoride anlattıklarını hayranlıkla dinlerken onun saha içi pratiğini de görmeyi şiddetle istiyorum. Ülke futbolunda bu mümkün değil maalesef. Belki mümkün olduğu gün hoca da kolları sıvayıp saha içine dalacak. 

25 Temmuz 2014 Cuma

Kupada beğendik, aldık!

Dünya Kupası, her gün büyüyen futbol endüstrisinin en önemli pazarlarından biri. Belki de en önemlisi. Çünkü dünya üzerinde takip etmediğimiz yüzlerce ligin futbolcuları bu turnuvada top koşturma şansını buluyor. Daha önce adı, sanı duyulmamış oyuncuların başarılarına ya da yıldız adayı olarak turnuvaya ayak basıp hayal kırıklığı yaşatanlara fazlasıyla tanık olduk. 2014 Dünya Kupası'nda yıldızını parlatıp büyük kulüplere yelken açan oyuncular kimlermiş bakalım.

Messi liderliğinde finale kadar yükselip kupayı uzatmalarda Götze'nin golüyle Almanya'ya kaybeden Arjantin'in başarılı savunma oyuncusu Jose Basanta, Meksika ligi ekiplerinden Monterrey'den İtalya'nın köklü kulüplerinden Fiorentina'ya transfer oldu. Arjantin takımının kadrosuna bakıldığında muhteşem hücum silahlarının mevcut olduğunu görsek bile turnuva boyunca Tangocular, defansif ağırlıklı kontrol oyununu tercih ettiler. Bu oyunda önemli rollerden birisi de stoper mevkisinde görev yapan Garay ve Basanta ikilisine düşüyordu. Mascherano'nun da bu oyunun önemli parçalarından birisi olduğunu laf arasında ekleyelim. Sonuç olarak Arjantinli stoper 3.5 miyon euro karşılığında Güney Amerika'dan Avrupa'ya ayak bastı.




Gelelim turnuvanın gol kralı ve en güzel golünü atan ayağına. James Rodriguez ismini futbola meraklı olan herkes duymuştur bu turnuvadan önce. Porto'nun dünya futboluna kazandırdığı bir başka Kolombiyalı. Geçtiğimiz sezon takım arkadaşı Moutinho ile birlikte yüksek bonservis bedeliyle Monaco'nun yolunu tutmuştu. Dünya Kupası'nda Kolombiya adına gösterdiği performans ise tek kelimeyle kusursuzdu. Bu enfes performansını dudak uçuklatan bir bonservis bedeliyle taçlandırması beklenirken bu beklentinin gerçeğe dönüşmesi fazla uzun sürmüyordu. 80 milyon euro karşılığında İspanyol devi Real Madrid, James Rodriguez'in çocukluk hayalini gerçeğe dönüştürüyordu. Rodriguez için artık başka bir mücadele başlıyordu. Kolombiya'da başlayan hikaye İspanya'nın başkentinde sürecek. Bunun yanı sıra Dünya Kupası'ndan düşen elmaları toplamayı çok seven Los Galacticos, kupanın sahibi Almanya'nın orta sahadaki beyni Toni Kroos'u da kadrosuna katıyordu. Aslında Kroos ve Real'in ismi turnuvadan önce de oldukça yan yana getirilmişti. 30 milyon euro bonservis bedeli karşılığında Real Madrid, Toni Kroos'u renklerine bağlıyordu. Turnuvanın ardından gerçekleşen bu 2 dev transfer Real'in Dünya Kupası sonrası alışkanlığını devam ettirmesini sağlıyordu. 2010'da Di Maria, Mesut ve Khedira'yı kadrosuna katan Madrid ekibi, 2006 sonrasında ise Cannavaro, van Nistelrooy ve Higuain gibi yıldızları transfer etmişti. 2002 sonrasıysa tıpkı bu yıl olduğu gibi turnuvanın gol kralı Ronaldo'yu 45 milyon euro bonservis bedeliyle transfer etmişlerdi.

2014 Dünya Kupası'nda son 16'ya kalan tek Afrika takımı Nijerya olmuştu. Her ne kadar bu turnuvada gol atma başarısı gösteremese de Nijeryalı santrfor Ideye Brown 10 milyon pound karşılığında Dynamo Kiev'den West Bromwich'in yolunu tutup Premier Lig'e ayak bastı. Çeyrek finalde şampiyon Almanya'ya elenerek turnuvaya veda eden Fransa'nın sağ beki Mathieu Debuchy'de Dünya Kupası sonrası adres değiştirenlerden. Newcastle United'dan başka bir Premier Lig ekibi Arsenal'e 12 milyon pound karşılığında transfer olan Debuchy, böylece futbolunu hem Premier Lig hem de Şampiyonlar Ligi seviyesinde oynayabilecek. Başarılı bir transfer yaptığını söylemek mümkün. Takımı adına Dünya Kupası'nda 3 maçta 3 gol Ekvadorlu Enner Valencia'da Premier Lig'in yolunu tutanlardan. 12 milyon pound karşılığında Meksika ligi ekiplerinden Pachuca'dan West Ham United'a transfer oldu. Cezayir'in dikkat çeken oyuncularından Yacine Brahimi de 6.5 milyon euro bonservisle Granada'dan Porto'ya başarılı bir transfer gerçekleştirdi. Porto'nun yeni transferlerinden birisi de Hollanda savunmasının turnuva boyunca parlayan oyuncularından Bruno Martins İndi. İndi'nin Feyenoord kariyerini noktalayıp Portekiz'in yolunu tutmasını sağlayan bedel ise 7.7 milyon euro.




Son paragrafa turnuvaya İngiltere karşısında attığı 2 golle başlayan fakat bir sonraki maçta Chiellini'yi ısırarak futbol tarihinde görülmemiş bir olaya imza atan Luis Suarez'le başlıyorum. Harika bir futbolcu olmasına karşı saha içindeki tabiri caizse çirkef tutumu onu çoğu futbol kitleleri arasında istenmeyen adam yapıverdi. Suarez enfes bir golcü olmasının yanı sıra hal ve hareketlerini kontrol altında tutamayan bir oyuncuydu. Daha önce 2 kez rakiplerini ısırmıştı. Ayrıca Evra'yla girdiği ırkçılık polemiğinden de oldukça yara almıştır. Her şeye rağmen Suarez rekor bir ücret karşılığında 88 milyon euro'ya Barcelona'nın yolunu tuttu. Fifa'nın verdiği 4 ay sahalarda uzak kalma cezasına karşın Barcelona Suarez'i renklerine bağladı. Liverpool'un geçtiğimiz sezon şampiyonluk yarışında bulunmasında Suarez'in muhteşem performansının rolü tartışılamaz. Katalan ekibi bunun yanı sıra turnuvada vasat bir performans gösteren Hırvat yıldız Rakitic ve Şili'nin başarılı bir turnuva geçiren kalecisi Claudio Bravo'yu da renklerine bağladı. Barça iyiy bir turnuva geçiren bir başka yıldızı Şilili Alexis Sanchez'i ise 42 milyon euro karşılığında Arsenal'e gönderdi. Öte yandan La Liga'nın son şampiyonu Atletico Madrid, takım olarak berbat bir turnuva geçiren İspanya'dan Diego Costa'yı 38 milyon euro karşılığında Chelsea'ye gönderdi. Costa'dan boşalan bölgeye ise Bayern'den Hırvat Mario Mandzukic'i transfer ettiler.

Dünya Kupası sonrası transfer dönemi her zaman çok hareketli geçer. Bu derece hareketli bir dönemden sonra Avrupa futbolunun yönü değişecek mi, bunu bilemeyiz. Bekleyip göreceğiz.


18 Temmuz 2014 Cuma

Geri döndüler

Liverpool, Roma ve Monaco. 3 farklı takım ve 3 farklı futbol ekolü. Bu takımların ismini bir arada gördüğünüzde kafanızda puzzle'ın parçalarını birleştirmek çokta zor olmasa gerek. Brendan Rodgers'la peri masalı tadında bir sezonu geride bırakan Liverpool, Serie A'da Rudi Garcia yönetiminde eski günlerine geri dönen Roma ve 2 sezonda ilk önce Ligue 1'e çıkan sonrasında ise çıkar çıkmaz Şampiyonlar Ligi biletini kapan köklü ve yıldızlarla dolu bir ekip olan Monaco. 3 takımında geçmişi sayısız başarılarla dolu ve Avrupa arenasında zamanında söz sahibi olmuş takımlar. Bu sezon tekrar hak ettikleri yerde yani Şampiyonlar Ligi'nde mücadele edecekler.


İlk olarak peri masalı tadında bir sezonu geride bırakan Liverpool'a göz atalım. Liverpool, ligde aradığı başarıları her ne kadar bulamasa bile Avrupa'da her zaman iddialı konumdadır. Fakat 2 sezon öncesi o kadar kötüydü ki onlara Avrupa bileti için gereken sıralama ya da herhangi bir kupa başarısı gösteremediler. Sonraki dönemde ise takım Brendan Rodgers'a emanet edilmiş ve Kuzey İrlandalı menajer 2012'de devraldığı koltuğun sonuna kadar hakkını vermiştir. Merseyside ekibiyle birlikte yıllar sonra ilk kez şampiyonluk yarışının içinde bulunma şansını bulmuştu. Her ne kadar sonu Manchester City'nin zaferiyle sonuçlansa da gelecek adına kazanılmış oldukça önemli başarılar vardır Şampiyonlar Ligi gibi. Bu sezon şampiyonluk yarışında takımı taşıyan Suarez'in Barcelona'ya gitmesi onlar için hoş bir durum değil tabi ki. Fakat Suarez'in saha dışı ve saha içindeki enteresan hareketlerini yeterince kontrol altında tutmak çok kolay değildi Liverpool yönetimi için. Bu da gitmesinde en önemli faktördü. Suarez kaybı elbette güç dengelerini bozacaktır ama Merseyside ekibi de takviyelerle o bölgeyi güçlendirmeye çalışıyor. Ellerinde mevcut Sturridge gibi bir hücum silahının yanına Rickie Lambert ve Benfica'dan Sırp Lazar Markovic'i transfer ettiler. Bu ikiliden bir Suarez performansı beklemek fazla iyimser olur. Ancak Rodgers gibi takımı beklenmedik bir başarıya imza attıran kişiye güvenmek gerekir diye düşünüyorum. Bunun yanında Southampton'dan geçen sezonun dikkat çeken ismi Adam Lallana'yı kadrosuna katan Liverpool, orta sahayı da Leverkusen'den Emre Can ile güçlendirdi. Tabi ki Liverpool deyince kaptan Gerrard'a değinmemek olmaz. Belki birçoğunuz da benim gibi kırmızı renkli formayı onun için sempatik bulup sevmişsinizdir. Şahsen Liverpool'u bana çekici kılan 1 numaralı etken Steven Gerrard. Bu sezon onları Şampiyonlar Ligi'ne tekrar izleyecek olmak inanılmaz heyecan verici.


Serie A'daki Juventus hegemonyasını bu sezon yıkmaya en çok yaklaşan takım Rudi Garcia'nın Roma'sıydı. Kökleri oldukça eskiye dayanan başkent ekibini simgeleşen futbolcusu ve belki de tıpkı Gerrard da olduğu gibi Roma'yı benim için çekici kılan Totti'ydi. İlerleyen yaşının getirisi olarak performansı düşmüş olsa bile
kaptan geminin dümeninde olmayı asla bırakmadı. Bunun yanı sıra hücumda takımı sırtlayan ve Roma adına sezonun oyuncusu takımın Fildişili yıldızı Gervinho'ydu. Mattia Destro ve Adem Ljajic'in üst düzey ofansif performansı da sezonun Roma adına pozitif yönlerindendi. Orta sahada oyunu iki yönlü oynayabilen Hollandalı Strootman'ın varlığı da takım adına oldukça önemliydi. Sakatlığından sonra o bölgede sıkıntılar yaşasa da sezonu başarıyla bitirmeyi başardı Garcia'nın ekibi. Nainggolan, Pjanic, De Rossi ve Benatia'da Roma adına sezonun kazanımlarındandı. Özellikle Benatia stoper becerisiyle birçok büyük kulübün merceği altında bulunuyor. Roma'nın başarısında her şeyden önce öne çıkan teknik adam Rudi Garcia. Lille'le Ligue 1 şampiyonluğuna uzanan Fransız teknik adam, hiç fikri olmadığı ve daha önce çalışmadığı İtalyan futboluna beklenen daha çabuk ayak uydurdu. Hiç kuşku yok ki ondan bu performansı bekleyenlerin sayısı çok fazla değildi. İlk olarak iç saha başarısını yakalama da ve gol yememe konusunda takıma alışkanlık kazandıran teknik adam başarının anahtarını bulmuştu. 102 puanlı Juve'nin arkasından ligi 2. sırada tamamlasalar bile Şampiyonlar Ligi biletini ceplerine koymuşlardı. Ashley Cole, Seydou Keita ve Urby Emanuelson gibi tanıdık isimleri kadrolarına kattılar. Buna ek olarak kiralık olan Nainggolan bonservisiyle takıma katılırken, Verona'da sezonun dikkat çeken isimlerinden Iturbe ve Fenerbahçe'nin genç yıldız adayı Salih Uçan'ı renklerine bağladılar. Salih'i iki sezonluğuna kiralayan Roma, memnun kalması durumunda 2 sezon sonunda 11 milyon euro karşılığında Salih'in bonservisini alabilecek. Roma gibi Avrupa'nın en üst seviyesinde futbol oynamaya alışmış bir ekol ülkenin başkent takımını tekrar Şampiyonlar Ligi'nde izlemeyi sabırsızlıkla bekliyorum.



2004 yılında Porto'yla Şampiyonlar Ligi finali oynadıktan sonra tüm yıldızlarını kaybeden ve önüne geçilemeyecek derecede hızlı bir düşüşe geçen Monaco, geçen sezon başında eski günlerini tekrar anımsadı. Bu Dünya Kupası'nın yıldızı James Rodriguez ve Joao Moutinho oldukça yüksek meblağlar karşılığında Porto'dan alındı. Bu iki yıldızın yanına Falcao gibi bir süper yıldızı da eklediler. Carvalho, Toulalan, Abidal ve Romero gibi isimlerle de takımı güçlendirdiler. Sezonun sonunda PSG'nin domine ettiği Ligue 1'i onların ardından 2. sırada tamamlayarak CL'de gelecek sezon için yerlerini ayırttılar. Monaco'nun diğer 2 takımdan ayrılan yönüyse sahip oldukları kaynaklar ve bunun sayesinde sahip oldukları bütçe. Bu nedenle bayrak adam diyebileceğimiz Gerrard ya da Totti gibi bir simgeleri yok. Onlar için bahsedebileceğimiz fazla teknik adam başarısı da yok diye düşünüyorum. Fakat bu sezon takımın başına geçen sene Sporting Lisbon'u Şampiyonlar Ligi başarısına kavuşturan Portekizli Leonardo Jardim'i getirdiler. Bu sezon ligde ve Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olmak için çok şanslı olduklarını söyleyebilirim. Tabi ki James Rodriguez ve Real Madrid söylentileri gerçeğe dönüşürse bu şansları ne derece sabit kalır bilemem. Falcao'nun geçtiğimiz sezon yaşadığı sakatlığı Bulgar yıldız Berbatov'la kapatan Monaco, Berbatov'la 1 sezon daha devam edeceğini açıkladı. Bunun yanında Toulouse'un Tunuslu savunmacısı Abdennour'u renklerine kattılar. Bu sezon şu ana kadar çok hareketli olduklarını söylemek mümkün değil. Kadroya bakınca çok hareketli olmaları da gerekmiyor bence. Savunmaya birkaç takviye daha yapılabilir sanki. Monaco gibi eski devlerden birisi daha dirildi ve bu sezon Şampiyonlar Ligi'nde onları izleme keyfini bize yaşatacaklar.

3 takımında Şampiyonlar Ligi'ne dönüş yapması çok hoş. Özellikle benim gibi futboldan duygusal bir şeyler arayanlar için bu takımlar oldukça fazla anlam ifade ediyordur. Hep beraber güzel bir sezonun tadını çıkarmaya bakalım. Bu arada meraklılar için 24 Temmuz'da Liverpool ve Roma hazırlık maçında karşılaşacaklar.

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Şampiyon Almanya


Hani kendi milli takımımızın için hep televizyonlarda duyuyor ya da kendimiz söylüyoruz ya, "Bir jenerasyon yakalamalıyız." İşte bu cümlenin gerçekleşmiş hali dünya şampiyonu oldu. Hatta Almanlar bir jenerasyon yakalamaktan çok o jenerasyonu oluşturmayı becerdiler. Bu takımın omurgası diyebileceğimiz önemli oyuncular alt yaş milli takımlarından beri birlikte oynuyorlar. Bu durum ister istemez bir uyum oluşturuyor ve takım kimyasını üst düzeye taşıyor. Belki de Almanların her zaman kazanmasını sağlayan temel faktör bu. Problemin içerisini deşip çözüm üretene kadar uğraşmak ve hep o değindiğimiz katı Alman disiplinini buna yansıtmak.

Teknik açıdan bu şampiyonluğu irdelemek gerekirse Almanya'nın bu şampiyonluğu sonuna kadar hak ettiğini söylemekle yanılmış olmam. Gereken yerde gereken oyunu oynamaya çalıştılar. Genel oyun planlarının yanına farklı ve etkili düzenlemeler yaparak yollarına devam ettiler. Bu aşamada Löw ve teknik ekibinin etkisi çok
büyük. Alman futbolunun lokomotif ekiplerinden olan Bayern Münih'in oyun tarzının farklılaşması milli takıma yansımış gibi gözüktü başlarda. Bu yansıma kesinlikle çok olumluydu. Sonuçta 1 sezon önce Avrupa'yı domine etmiş bir oyundan bahsediyoruz. Guardiola'nın gelmesiyle pas oyununa evrilen bu oyun milli takıma da yansıyordu. Fakat Löw ve ekibi hem bu oyunu etkin kılıp hem de yanına direk sonuca gitme hedefini koyunca ortaya yıkıp geçen bir Alman takımı çıktı. Başlarda kaptan Lahm'ı orta sahada deneyen Löw, bu kararından vazgeçtiği zaman hem sağ kanadı güçlendirdi hem de orta alanı Schweinsteiger'le daha dinamik ve iki yönlü kıldı. İlerde santrforsuz oyunu tercih ettiler fakat yedekten gelen Klose etkisini de es geçmediler. Klose'ye de kısa bir satır açmak gerekirse turnuvanın en mutlu oyuncusu olduğunu düşünüyorum. Rekoru kıldı, kupa koleksiyonuna Dünya Kupası'nı ekledi. Daha ne olsun!

Bunun yanı sıra oyuncuların özelinde bir turnuva bakışı yapsak Müller ve Kroos'un ön planda durduğunu söyleyebilirim. Müller tıpkı 2010'daki gibi 5 gol atarak Klose ile çok benzer bir yolda ilerliyor. Şu anda Dünya Kupası tarihinde attığı gol sayısı 10 ve yaşı 24. Bu da demek oluyor ki 2 turnuva daha onu izleme şansımız var. Klose'nin rekorunu başka bir Alman forvetin kırması kuvvetle muhtemel. Kroos'a gelecek olursak Schweinsteiger ile birlikte Mesut'un ortalamanın üstüne çıkamadığı maçlarda takımı hücum yönünde desteklediler. Duran toplarda oldukça etkili ortalar kesip Almanların hücum organizasyonlarında 1 numaralı tercih edilen ayak oldu Kroos. Mesut için vasatın biraz üstünde geçen Brezilya 2014'te hücumda öne çıkan oyuncu Toni Kroos oldu.


Gelelim Almanya'nın yavaş defans oyuncularına kendini güvende hissettiren adama yani Neuer'e. Harika bir turnuva geçirdiğini söylemek yanlış olmaz. Dünya Kupası'ndan önce de onun en iyi kalecilerden biri olduğunu biliyorduk. Bir kez daha bizlere kendini gösterdi ve muhteşem bir turnuva çıkarttı. Özellikle Cezayir maçında tıpkı bir libero gibi oynaması turnuvada daha çok ön plana çıktığı maçlardan biri olmasını sağladı. Kalesinde durmayan ve maceraperest hareketleriyle taraftarları etkileyen file bekçisi için 2014 Brezilya tam anlamıyla unutulmaz oldu.

Portekiz, Fransa, ev sahibi Brezilya ve finalde Arjantin gibi devleri devirerek kupaya uzandıkları da unutulmaması gereken önemli notlardan. Turnuva öncesi Reus'un talihsiz sakatlığıyla sarsılan Almanlar ne kadar sağlam bir takım olduklarını bir kez daha kanıtladılar. Belki de takımın en önemli yıldızını kaybetmesi ardından moral bozmadan yola devam edip onun yokluğunu asla hissetmediler. Tabi bunda geniş oyuncu havuzlarının da rolü oldukça büyük. Havuzun genişliği sayesinde Almanlar tek bir yıldız üzerine takım kurmak yerine yetiştirdikleri her oyuncudan maksimum verimi almayı başardılar. Yani havuzun oluşumunda oyuncuların potansiyellerini gerçeğe dönüştürmeyi başardılar. Bu önemli olmasının yanında beklenen bir futbol ülkesi başarısıdır Almanya gibi dev ülkeler adına.

Açıkça söylemek gerekirse Almanya'nın kupayı müzesine götürmesi hiç sürpriz değil. Hatta büyük bir beklentinin gerçeğe dönüşmesi. Çünkü yetiştirilen bu jenerasyon en alt seviyeden beri Dünya Kupası hedefiyle yetiştirilmişti. Bu yeteneğe sahip oyuncular işlenip aradan sıyrılmıştı. Hiçbir şey tesadüf değil. Futbolda bazen açıklanamaz şeyler gerçek olabilir. Fakat bu öyle bir başarı değil. Bu kupanın planı yıllar önce yapılmıştı. Bu başarının emeği çok fazla figüran içeriyor diyebilirim. Ama başrolde bulunanlar oyuncular ve teknik ekip. Güzel bir turnuva geride kaldı, sonuna kadar hak eden ve kupaya uzanan Almanya'dan kimse şikayetçi değildir. Şimdi 4 yıl bekleme zamanı...