19 Aralık 2014 Cuma
Röportaj: Irmak Kazuk | 2. Bölüm
-Peki, basketbola daha çok ilginiz olduğunu söylemiştik fakat ülke geneli ağırlıklı olarak futbolu takip ediyor bildiğiniz gibi. Futbolla yatıp futbolla kalkıyoruz neredeyse. Ülkemizde futbolun gidişatını nasıl görüyorsunuz? Geleceğini görüyor musunuz ya da öyle sorayım.
-Açıkçası geleceğini çok göremiyorum, ciddi bir silkelenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Tabi diyeceksin ki ülke ne ki sporu ne olsun.
-O da doğru. (Gülüyoruz)
-Ciddi bir yenilenmeye ihtiyacı var futbolun, artık yeni insanlar, yeni yüzler gerekiyor. Yeni teknik direktörler ve yöneticiler, yeni federasyon başkanlarının gelmesi lazım. Türkiye'de sporda kötü sonuçlar alındığını zaman hemen deniyor ki: "Türkiye'de altyapı yok!". Ya tamam altyapı yok da neyin altyapısı var, yöneticiliğin altyapısı yok. Müteahhit olan, iş adamı olan, reklamcı olan parası olduğu için yönetime giriyor. Federasyon başkanlığının bir altyapısı var mı? O da yok. Mesela altyapıda antrenörlüğe hiç değer verilmiyor, tabi ben daha çok basketbol çevresinden bildiğim kadarıyla altyapı antrenörleri sürünüyor. Hani en kurumsal ve güçlü dediğimiz Fenerbahçe Ülker'de, Anadolu Efes'te, Galatasaray Liv Hospital'da bile durumlar böyle. İnanılmaz bir dengesizlik var, siz nitelikli altyapı antrenörleri yetiştireceksiniz ki onlar da bilgilerini aktarsınlar. Dolayısıyla biraz bu tarz noktalara eğilmek gerekiyor ve dediğim gibi, çok fazla isim vermek istemiyorum ama ben spor dünyasında çok insanın yerini artık başkalarına bırakması gerektiğini düşünüyorum. Az buz değil, çok insanın değişmesi lazım.
-Aslında bu işin eğitimli insanların eline bırakılması gerektiğini söylüyorsunuz kısaca.
-Medya olarak mı yoksa sporcular mı?
-Sporcular, antrenörler ve yöneticiler. Medyayı bir kenara bırakalım.
-Evet onu düşünüyorum fakat Türkiye'deki sosyo-ekonomik durum ve sabır limitlerini göz önüne aldığımız zaman, sokakta bile sabır yok. Zaten adam sokakta bulamadığı mutluluğu gidiyor kendi takımında arıyor, gidiyor tribünde küfür ediyor, sahaya bir şey atıyor ya da kendi yöneticisini istifaya davet ediyor vs. çünkü adamın sosyal olarak tek çıkış noktası, mutluluk olarak, spor. Zaten genel çerçeveye baktığımızda o dengesizliği çözmek lazım. Neden insanlar sadece sporda mutluluk arasın ki?
-Niçin bir insanın mutluluğu Fenerbahçe, Galatasaray ya da Beşiktaş'a bağlı olabilir ki?
-İşte tek çıkışın spor olarak görülmesi de resmin geri kalanını ortaya döküyor. İnsanların nelerden mutsuz olduğuna dair fikirler veriyor.
-Hatta bir dönem basketbola kadar taştı bu olaylar. Passolig'i de sorayım bu arada. Ne düşünüyorsunuz?
-Valla, Passolig'e çok inandığımı söyleyemeyeceğim. Zaten Türkiye'de devamlı bir şeylerle ilgili yasalar, hukuki düzenlemeler yapılıyor ama mesela geçen sene Çaykur Rizespor maçında Burak Yılmaz'ın gözünün altına çakı geldi, bir şey olmadı. Bir sonraki hafta Kayserispor'du galiba, bütün tribünler sahaya atladı, hiçbir yaptırım uygulanmadı. Bu sene Passolig uygulatıyorsunuz, o zaman saha kapatma cezası niye var? Küfür edeni atalım dışarı.
-Şu an gördüğümüz kadarıyla Passolig küfrün önüne geçemiyor zaten. Olay çıkartanlar yine parasını verip gidiyor stadyumlara.
-İnsanlar da ya parası olmadığı için ya da bu sisteme inanmadığı için maçlara gitmiyor. Yoksa küfür edenler filtrelenmedi maalesef, öyle yanlış bir algı oluştu. Yani baktığımız zaman uygulanış tarzı da çok saçma, şimdi Avrupa Kupası maçında atıyorum Dortmund taraftarı geldiğinde Türklere uyguladığın Passolig'i onlara uygulayabilir misin? Dediğim gibi birçok şey göz boyama şeklinde gidiyor ülke sınırları içerisinde. Bilemiyorum iyi uygulansa belki de güzel sonuçlar alınabilir, fakat en azından şu ana kadar uygulaması başarısız.
-Peki Passolig'in uygulanma tarzı da bir yana acaba bizim ceza sistemimizde bir problem olabilir mi? Tabi ki bireyi kontrol etmek binlerce kişinin içinden oldukça uğraşlı ve zor bir iş fakat insanlar tribünde küfür ediyorlar bundan zarar gören kendi kulübü oluyor. Demek ki kulübünün ceza ödemesi taraftarları endişelendirmiyor.
-Evet ceza sisteminde de problem var fakat bizim ülkenin genel problemi o, hukuku iyi uygulayamıyoruz. Genel bir problem, ben baktığımda öyle görüyorum.
-O zaman basketbolla devam edelim, ülkemizin basketbola olan ilgisi arttı mı?
-Basketbol ve amatör branşlarda sadece, başarıya endeksli, dönemsel olarak farkındalık yaratılıyor, bu da herhangi bir spor kültürümüzün olmamasıyla alakalı bir durum. Ya işte 2010'da takımımız dünya ikincisi oldu, ondan sonraki turnuvaya kötü başlayınca her şey bitti. Euroleague maçlarında da öyle, Fenerbahçe Ülker'i yine ayrı koymak lazım. Bu konuda herhalde yine en avantajlısı spor kulübü olmadığı için, sadece basketbol takımı olduğu için Anadolu Efes. Mesela benim normal hayatında başka takımları destekleyen arkadaşlarımın bir çoğu basketbolda Anadolu Efes'i tutuyor. Bunu oluşturmak çok büyük başarı Efes adına. Daha yukarıya taşıyabilir miydi Anadolu Efes, o da tartışılır tabi ama başarı olmadığı sürece Türkiye'de çok ilgi göremiyorsunuz. Spora olan ilgimiz çok fazla başarıya endeksli.
-Bu sene Euroleague'de Final Four umudunuz var mı? 3 takımımızdan birisi adına? Özellikle Fenerbahçe Ülker'in oyuncu seviyesini göz önünde bulundurduğunuzda.
-Bütçe olarak baktığımızda Fenerbahçe Ülker, Efes'ten daha iyi galiba, çok fark yoktur aralarında da, yani ikisini bence aynı kefeye koyabiliriz. Real Madrid ve CSKA'dan sonra Avrupa'daki en yüksek bütçeli iki takım olabilirler, en kötü ilk beşe girerler o alanda. Anadolu Efes'in asıl hedefi önümüzdeki sezon; seneye onlar enteresan bir hamle patlatabilirler. Duyumlarım bu yönde yani, çalışmalar var. (Gülüyoruz) Galatasaray'ın mali durumundan ötürü o iş hayale dönüşmeye başladı kulüp kötü yönetildiği için maalesef. Fenerbahçe Ülker'e gelecek olursak bu sene de takım o seviyeleri göremezse oturup bir düşünmek lazım. 2 senedir çok ciddi paralar, çok ciddi hedefler var. Bunu Anadolu Efes yıllardır yapıyor arkadaş, diyen de olabilir tabi.
-Fenerbahçe Ülker'de Obradovic'i kimse tartışamaz, Milli Takımımızın yıldızı dediğimiz Emir Preldzic ilk 5 başlayamıyor. Kadro kalitesi gerçekten çok yüksek.
-Ama hala oyun kurucusu yok Fenerbahçe'nin, 2 senedir yapılan harcamalara rağmen garip bir şekilde net bir oyun kurucusu yok takımın. Mutlaka bir hesap vardır orada, öyle umut ediyorum. Umutlu olmayı umuyorum Fenerbahçe Ülker için.
-Son 1 soruyla güncel konuları kapatacağım. Kulüp yöneticilerimizin çoğu başkanlıkları dışında işlerle uğraşıyor ve takım başkanlığını vitrin olarak kullanıyor. Başkanlıktan herhangi bir maaş almıyorlar hatta üstüne ceplerinden para veriyorlar. Peki yöneticilik işini ne kadar iyi yapıyorlar sizce? Branş ayırt etmeksizin soruyorum bu soruyu. Spor kulübü yöneticisi olarak ne derecedeler?
-Ülkemizde şöyle bir şey var, biraz "parayı veren düdüğü çalar" refleksi ve beklentisi var, çok iyi yönetenler de dahil. O kadar para ve emek veriyorsam dilediğimi yaparım diyor, belki de haklılar bu konuda. Biz organizasyonların içinde olmadan dışarıdan konuştuğumuz için kolay olabilir. Parayı verdiği için benim dediğim olacak olmalı diyenler var tabi ki. İyi yöneten yöneticilerimizin olduğunu düşünüyorum, ne bileyim mesela basketbolda Banvit örneği geliyor benim aklıma. Orada iyi bir şey yaratıldı, Bandırma halkı için yeni bir heyecan oldu, iyi bir organizasyon oldu, orada planlama rayında devam ediyor gördüğüm kadarıyla. İlk aklıma gelen yer orası, büyük takımları geçiyorum zaten. Onlar hakkında pek yorumda bulunmayacağım çünkü o seviyelerde beklentiler de insanları raydan çıkartabiliyor. Bazen beklentileri insanlar kendileri yönlendiriyorlar, belki de çoğu zaman. Türkiye'de ne kadar daha iyi yapılabilir bilemiyorum tabi ya da biz yurt dışında da takip ettiğimiz için mi böyle düşünüyoruz. Çünkü yurt dışında çoğu yönetici ve başkan tanınmıyor, bazı çok bilinenler dışında.
-Dediğiniz gibi yurt dışındaki kulüpleri daha çok taraftarları ve oyuncularıyla hatırlıyoruz, tanıyoruz. Teknik direktörleri oldukça ön planda, zaten teknik direktör olarak değil menajer olarak tanımlıyorlar onları. Takımın 1 numaralı her şeyinden sorumlu kişi başkan değil, menajerler yurt dışında. Peki basketbol ve futbolda ortak bir problem hakkında soru soracağım. Basketbolda yabancı sınırı kalktı, ligimiz ve basketbolumuz nasıl etkilenir? Aynı şekilde futbolda yabancı sınırı nasıl olmalı sizce?
-Ben formayı hak edenin giymesi taraftarıyım, pasaporta bakmaksızın. Basketbolda bunun örneği var işte Anadolu Efes'te, zira geçen sene Fenerbahçe Ülker'de Kenan sakatlanana kadar ilk 5 başlıyordu. Mesela şu anda Efes'te Ivkovic en zorlu maçlarda bile Furkan'a forma şansı veriyor ki 2 sezon önce Furkan 12 kişi arasında bile yoktu, zor giriyordu. Şimdi bunlar önemli şanslar, dolayısıyla formayı hak ettiğin zaman alıyorsun. Bizim ülkemizin sporcularında da biraz hazıra alışmışlık var aslında, ben kendim eski sporcu olduğum için de biliyorum hatta belki bundan ötürü basketbolcu olmadım. Hani çamur at izi kalsın değil onun için söylediklerim. Formayı kaptığımız zaman nasıl olsa aldık daha fazla çabalamaya gerek yok diye düşünüyoruz ve vites düşürüyoruz. Forma için başka bir rakip çıktığı zaman onunla yarış içine giriyoruz, halbuki kendimizle yarış halinde olmamız gerekli sürekli. Onun için ben yabancı sınırının kalkması taraftarıyım. Artı ve eksi yönleri var tabi fakat sınırlandırmak bana biraz kolaya kaçmak gibi geliyor.
-O zaman bu soruyla gündemden uzaklaşıyorum artık, biraz daha mesleğiniz ve size odaklı sorulara dönüyorum. Mesleğinizi önerir misiniz? Özellikle benim gibi bu yolda yürümek isteyen, o yönde bir gelecek hayal eden kişilere önerir misiniz işinizi?
-Ya şöyle öneririm tabi ki ama mutlaka emin olmak ve işi sevmek lazım. Çünkü en başında da söylediğim gibi çok fazla özveri gerektiriyor, hani iş ne olursa olsun. Muhabirlikte de böyle, montajda da böyle. Diyorum ya staj döneminde bile ben okuldan çıkıyordum 4'te, gidiyordum gece 12-1'e kadar şirkette kalıyordum. Bir ara "Slam" diye bir program hazırlıyorduk, basketbol yayıncısı olduğumuz dönem. Mesela o dönem ben gece şirkette yattığımı biliyorum. İşte balayı sürecinden zaten bahsettim, bunun çok örneği var. Özel hayatınızda program yapamıyorsunuz, muhabir olduğum dönem ben 2 sene sinemaya gidemedim. Çünkü devamlı telefonum çalıyor, filmin ortasında çıkıp telefon bağlantısı yapmak zorunda kalıyorum. Mental olarak gerçekten çok yorucu bir iş. Bunları yapabileceğini düşünüyorsa insan, bence peşinden gitmeli ve hayatının da böyle gideceğini düşünerek gitmeli. Çünkü güncel bir ifadeyle, bu işin fıtratında bu var. Hakikaten işin doğası böyle, kendinden fazlasıyla ödün vermen lazım. Şunu söyleyebilirim ben NTV'ye girdiğimden bu yana, yani Ntv Spor'da, beraber çalıştığım arkadaşlarımı ailemden 2 kat daha fazla görmüşümdür.
-Diyorsunuz ki bu şartları göz önünde bulundurup hala can atıyorsanız öneririm. Açıkçası ben de hep o telefon bağlantılarının nerede ve nasıl yapıldığını merak etmişimdir. Sinemadan çıkıp bağlanmak enteresan bir hikayeymiş.
-Duruma göre değişiyor tabi o. Sinemadan çıkıp arandığım da oldu, bardan dışarı çıkıp bağlandığım da oldu,(Gülüyoruz) bar tuvaletinden bağlandığım da oldu. Herhangi bir yerde yakalanma ihtimalin oldukça yüksek, 7/24 devam ediyor çünkü. Sabah 6'da uyanıp canlı yayına bağlandığım oldu. Saati yok bu işin, telefonunu kapatma ya da sesini kısma lüksün yok. Buna benzer hikayeler var.
-Peki nasıl bir yol izlemeliyiz sizin gibi olmak için, neler yapılmalı?
-İnsanın gerçekten sporu seviyor ve takip ediyor olması lazım çünkü çok çok hakim değilsen zorluk yaşarsın. Bu "yayından önce bir bakayım ne olmuş ne bitmiş" mevzusu değildir. Öyle bir şey değil diyorum ama öyle de olabilir, fakat daha doğal olmak adına kendi altyapın olması gerekir diye düşünüyorum. Kendini bu konuda geliştirmek için altyapın olması gerekiyor. Onun dışında da kovalamak lazım ve bu işi istediğinden emin olduktan sonra hareket geçmek lazım. Dediğim gibi kendinden çok vermen gereken bir meslek. Bir de staj bu işin olmazsa olmazı bence çünkü mesela NTV'ye staja gelen çok fazla insan oluyor.
-Aralarında sizin gibi çıkan oldu mu, tanıdığımız simalardan?
-Emek'te benim gibi mesela, herhalde hatırlamazsın ama Levent diye bir arkadaşımız var, ama gerçi o içeride prodüktörlük yapıyor. Kısa bir dönem NTV'de Galatasaray muhabirliği yapmıştı. Onun dışında da Onur Erdem var.
-Evet ekranda görmediğimiz halde tanıdığımız bir isim Onur Erdem.
-O çok fazla sevmiyor ekrana çıkmayı, öyle bir planı ya da hedefi de yok ekrana çıkmak gibi. Gerçi o Bilgi Üniversitesi'yle yapılan bir sertifika programı vardı galiba oradan geldi, kısa bir staj dönemi ardından işe alınmıştı. Var yani öyle arkadaşlarımız, yeni Sinem diye bir arkadaşımız var o da dış haber editörü oldu, yeni stajyerlikten geldi. Stajda işi yapıp yapamayacağını görüp ona göre bir gelecek çizmek gerekli bence. Staj bu işin olmazsa olmazı çünkü dediğim gibi çok fazla insan gelip gidiyor, birisi geliyor hemen "ya ben spiker olacağım" diyor. Bir yandan hedefi güzel fakat daha yeni gelmiş, hiçbirimizde öyle olmadı yani. Tabi sektörde çok var öyle şansı yaver gittiği için bir anda yükselenler.
-Ama o zaman sanki biraz altı boş kalıyor gibi geldi bana.
-Yani bilemiyorum, biz izlerken zaman zaman hissediyoruz onları ama birden yükselen kişilerin kendileri nasıl düşünüyor onu bilemem tabi.
-Röportajda da bahsettiğiniz üzere sizin tüm basamakları teker teker çıktığınızı görüyoruz, ki bence sağlıklı olanı da bu.
-Evet, Emek de bana benzer bu açıdan, montaj, prodüktörlük yapmadı ama o da işi biliyordu. Onun da staj döneminde yeri geldiğinde montaja giriyordu, habere gidiyordu, yazıyordu. Yani benzer işleri yaptık sadece benim prodüktörlük adı altında çalışmama benzer bir dönem geçirmedi o kadar.
-Emek Ege'yle olan ilişkinizden de biraz bahsedelim istiyorum. Anlattıklarınızdan bir çıkarım istersek; Emek Ege ile yol arkadaşı olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Mesleki anlamında?
-Tabi, NTV'ye girince tanışmıştık onunla ama aynı dönem olması, çok benzer karakterlerde olmamız ki bazı konularda çok çok ayrıyız aslında ama birbirimizi tamamlıyoruz herhalde. Öyle enteresan bir birliktelik ve bağ var aramızda.
-Biraz kişisel sorular soracağım fazla özele girmeden tabi ki. Hobileriniz nelerdir?
-Kendimi gün içerisinde çok iyi organize ettiğimi söyleyemeyeceğim, bunu son dönemde fark ettim. Galiba en büyük hobim müzik dinlemek.
-Herhangi bir enstrüman çalıyor musunuz?
-Çok profesyonel olarak değil fakat gitar çalıyorum. Evde zaman zaman kafa dağıtmak için
çalıyorum, herhangi bir nota bilgim yok, kulaktan dolma çalıyorum arada. Kulağımın iyi olduğunu söylerler genellikle. Bir de davul çalıyorum, onu da gitar gibi amatör olarak çalıyorum. Bir ara grubumuz vardı güzeldi, keyifliydi, deşarj oluyorduk. Davul çalmak da yıllardan beri istediğim bir şeydi, 30 yaşından sonra başladım, evde var bir tane davulum.
-Müzisyen olmak gibi de bir hayaliniz var mıydı?
-Adı hayal olacaksa, evet böyle bir hayalim vardı tabi. (Gülüyoruz) Eğer bu işi yapmıyor olsaydım gerçekten bir müzisyen olmayı isterdim. Bizim işte zor, oyunculuk gibi meslekler de zor aslında bizimki de bir nevi oyunculuk. Tabi ki o daha farklı bir donanım gerektiriyor, daha saygı duyulacak bir iş. O meslekten arkadaşları görüp tanıdıkça daha da saygı duyuyorsunuz çünkü normal hayatta bambaşka bir insan fakat eline o metni alıp okuduğu zaman oynarken çok farklı bir kişiliğe bürünüyor. Ama müzisyen kafasını hiçbir zaman çözemiyorum, çözeceğimi de zannetmiyorum. Çok ayrı bir yetenek gibi geliyor bana.
-Hobileriniz arasında müzikten başka neler var peki?
-Basketbol oynamayı çok seviyorum, kendi sağlık durumum el verdiği sürece oynamak istiyorum. Onun dışında yürümeyi, zaman zaman kitap okumayı çok seviyorum gibi klasik şeyler işte. (Gülüyoruz)
-Son birkaç soru ile röportaja noktayı koyacağım. Peki basketbol oynadığınız dönemde hangi pozisyonda oynuyordunuz genelde?
-1 numara oynuyordum ben daha çok. Oyun kurucu pozisyonunu üstleniyordum genellikle, zaman zaman 2-3 numaralara da kayıyordum tabi.
-İdolünüz var mıydı?
-Vardı, geçen gün Emek Abi'yle de konuşurken, Emek Abi dedim ya(Gülüyoruz, bunu yazma diyor gülerek), Emek'le de konuşurken konu oraya geldi. Küçüklüğümde tabi ki bir Efes Pilsen hayranlığı vardı, valla o dönem Ufuk Sarıca benim için idollerin idolüydü, o derece. Hatta geçen gün bir telefon bağlantısı yaptık Ufuk Abi'ye, sonra dedim ki ya ben küçüklüğümde idolüm olan kişiyle tanıştım, oturup bir şeyler içip sohbet etmişliğimiz bile var. Telefon açıp konuşabiliyoruz, bu insana inanılmaz mutluluk veriyor, gerçekten hayatın neler getireceği hiç belli olmuyor. Nereden koşarsan enteresan bir şey çıkıyor önüne.
-Haklısınız, NBA'de var mıydı bu tarz bir idol, NBA'i takip ediyor musunuz?
-Ya ben NBA'i çok fazla takip edemiyorum, açıkçası NBA'ci değilim. Bana biraz fake geliyor, tabi play-offlar güzel fakat orası hakikaten bir "show bussiness". Zaten Amerika elini attığı her şeyi bir "show bussiness" haline getiriyor. Böyle bir yetenekleri ve potansiyelleri var, NBA de bana çok fazla şov gibi geliyor. Benim izlemekten zevk aldığım "basketbol gibi basketbol" Euroleague.
-İzlemekten veya okumaktan zevk aldığınız bir yorumcu ya da köşe yazarı var mı?
-Bence yorumcu deyince mesela Mehmet Demirkol çok çok ayrı bir yerde. Sadece sporla ilgili yorumları değil, hayata bakış açısı, kültürel ve entel bilgisiyle çok dolu bir adam. Keşke herkesin tanıma fırsatı olabilse, onu izlemekten ve okumaktan çok keyif alıyorum. Her seferinde bana bir şeyler kattığını düşünüyorum. Onun dışında yine çok değerli isimler var, Uğur Meleke'yi yine severek izliyorum, okuyorum. Kalemi çok güçlü, vizyonu çok güçlü bir arkadaşım.
-Severek izlediğiniz bir spor programı var mı peki?
-İzlediğim programlar var fakat çok spor programı olarak görmüyorum onları. (Gülüyoruz) Yanlış anlaşılmalara yol açmamak için söylemeyeyim şimdi burada.
-Daha çok eğlence programı diyebiliriz o zaman onlara.
-Şov diyebiliriz o programlara, tam Amerikan stilinde programlar. "Bu Tarz Benim" gibi yani. Spor programı değil de, hakikaten bire bir mizansen var orada. Yine isim vermeyeceğim ama bazen kafa dağıtmak için izliyorum o tarz programları. (Gülüyoruz) Sisteminde biraz ihtiyacı var aslında böyle programlara. Enteresan gelebilir fakat güzel işler yaptıklarını düşünüyorum ama burada asıl garip olan insanların bunlardan etkilenmesi. Trajikomik olan taraf bu. Böyle işlerin yapılması lazım diyorum çünkü mesela yeri geldiğinde Erman Toroğlu canlı yayında cacık yaptı diye herkes eleştirdi, herkes güldü; "Abi ne yapıyor bu adam?" diye, ama adam orada doğru bir şey yaptı. Türk sporunun durumu ortada yani, bir cacık olur mu? Olmadı. Oluyor mu? Olmuyor. Olacak mı? Onu da bilemiyoruz. (Gülüyoruz) O nedenle böyle işlere ihtiyaç var diye düşünüyorum.
-Peki özellikle dinlediğiniz bir müzik grubu var mı, yabancı ya da Türk, hatta ne tarz müzikler dinlersiniz?
-Ben biraz daha yabancı ve rock ağırlıklı dinliyorum, çok grup var. Ben küçüklüğümden beri dinlediğim için Metallica'nın ben de yeri çok ayrı, son 10-15 senedir Muse grubunu çok severek dinliyorum. Kasabian'ı seviyorum, Killers'ı seviyorum. Ülkemizde de iyi gruplar var ve müzisyenler var. Sadece rock değil tabi, başka müzik tarzları da var dinlediğim, o biraz günlük ruh halime de bağlı olarak değişiyor.
-Anladım. Çok teşekkürler beni kırmayıp geldiğiniz için, çok sağ olun.
-Ben teşekkür ederim, umarım istediğin gibi olmuştur.
11 Aralık 2014 Perşembe
Röportaj: Irmak Kazuk | 1. Bölüm
Herkesin gelecek için bir hayali ve planı vardır. Bu blog da benim hayalime ve gelecek planlarıma giden yolu açabilecek bir mecra. Her zaman bu blogun fikirlerimi özgürce ifade ederek bir şekilde benim spor basınına girmeme ön ayak olacağına inandım ve geçtiğimiz günlerde uzun zamandır blog için yapmayı düşündüğüm bir şeyi gerçeğe dönüştürdüm. Bu projeyi kısaca açıklamak gerekirse spor medyasından tanınmış bir isimle röportaj gerçekleştirerek, gelecek hedeflerim için ne derece doğru bir yol izlediğimi kontrol etmek. Aynı zamanda ekranlarda özenerek izlediğimiz isimlerle de tanışmış olacaktım. Geçtiğimiz günlerde bu çalışma için harekete geçtim ve sosyal medya üzerinden Ntv Spor'un başarılı spikerlerinden Irmak Kazuk'la iletişim kurdum. Kendisi bu teklifime oldukça pozitif ve samimi bir geri dönüş yapınca da haliyle çok mutlu oldum. Geriye kalan küçük detayları da hallettikten sonra buluşup keyifli sohbetimize start verdik. Umarım okurken siz de bizim kadar zevk alırsınız.
Heh, evet...
-Deneme ses bir, iki... Başlıyoruz.
-Merhaba, nasılsınız?
-İyi sen nasılsın?
-Ben de iyiyim sağ olun. Öncelikle hayatınızdan biraz bahsetmek istiyorum. Nerede doğdunuz, hangi okullara gittiniz? Ben biraz araştırdım fakat sizden dinleyelim.
-1980 Ankara doğumluyum. Ama kütük Düzce'den, Düzceliyiz aslen Çerkesiz. Bilmiyorum belki duymuşsundur Düzce'de Çerkes ve Abaz nüfusu fazladır. Bizim de kökenimiz Çerkes. Zaten ben daha 2 yaşındayken ailem İstanbul'a gelmiş Ankara'dan, babamın işlerinden ötürü. Ondan sonra da aslında büyük oranda İstanbullu denilebilir. Ondan sonra ortaokula Birkan Yetkin Lisesi'nde başladım. İyi bir liseydi, o dönemin ilk özel okullarından bir tanesiydi ve o zamanda fiyatlar şimdiki gibi uçmuş değildi, daha makul çerçevelerde özel okullarda eğitim alabiliyorduk. 3. sınıfın ortasında okulumuz iflas etti, öyle enteresan bir gelişme oldu. Oradan ben Tarabya'da Yeni Yıldız Lisesi'ne geçtim. Sonra da lise 1,2 ve 3'ü okuyup bitirmek üzere Ata Koleji'ne geçtim. Üniversitede de Bilgi Üniversitesi Televizyon Gazeteciliği bölümünü bitirdim. O zamanlar basketbol oynuyordum. Hatta öğrencilik hayatımın büyük bölümünü basketbol belirledi diyebilirim. Çünkü lisede ve üniversitede basketbol bursuyla okudum. Ata Koleji'nde basketbol bursuyla okudum.Aynı şekilde Bilgi Üniversitesi'de o yıllarda ilk defa spora değer veren ve sporculara burs veren bir okuldu. İşte öyle bir hayata giriştik yani.
-Ben zaten basketbola olan ilginizi soracaktım size. Hazır oradan başlamışken devam edelim isterseniz. Basketbolcu olmak gibi bir hayaliniz vardı o zaman?
-Vardı tabii ki. 8-9 yaşımdan 24 yaşıma kadar profesyonel olarak oynadım. İşte en son İTÜ'de A takıma yükseldim. O dönemler biraz daha okul mu basketbol mu, ince çizgilerin geçtiği dönemlerdi. Derken NTV opsiyonu çıkınca, tabi NTV o zaman sadece bir spor servisiydi, şimdiki gibi spor kanalı yoktu fakat prestijli bir kanal olduğunu biliyorduk. Oradan öyle bir fırsat çıkınca ister istemez NTV'ye doğru kaydım.
-Peki NTV işi nasıl gerçekleşti?
-2001 yılında staja başladım ben NTV'de, 2003'ün başına kadar, yani benim üniversitedeki son senemin başına kadar, staja gittim geldim. Stajyer iken zaten bütün işleri yapıyorsunuz. O dönemde okulda da montaj setini öğreniyorduk, çekimleri öğreniyorduk, neler haber değeri taşır onları öğreniyorduk. İşte 5N1K denilen o piramidi öğreniyorduk. Teoride öğrendiğimiz şeyleri NTV'de pratiğe dönüştürme şansı buldum. Yeri geldi montaj yaptım, yeri geldi habere gittim soru sordum ama staja başladığım günden bu yana bayağı iş gibi gidiyordum. Okuldan çıkıyordum işe gidiyordum ya da işten çıkıp okula gidiyordum, bayağı mesai harcıyordum. Bütün şirketlerde staj sistemi daha az maaşla daha çok iş yaptırmaya da dayandığı için ülkemizde, kapitalist sistemin getirilerinden birisi bu da tabi. Sistem böyle olunca kimse de bana bir şey söyleyemiyordu, ben de kendi önümü görmek istiyordum. Benim de okulu bitirmek için bir proje yapmam gerekiyordu bu nedenle ben 4. sınıfın başında NTV'den ayrıldım. O dönemde de galiba şirketin de stajyerlerle ilgili karşılıklı bir sorunu vardı, tam olarak hatırlamıyorum. Okuldan mezun olduktan sonra benim reklam yazarlığı motivasyonum vardı, çok reklam dersi alıyordum. Okul bitince de bir reklam ajansında staja girdim, metin yazarlığı stajı yaptım. Valla bilmiyorum herkese aynı şeyi mi söylüyorlardı ama beni bayağı bir gazlıyorlardı, kalemin iyi, yaratıcılığın iyi güzel şeyler olabilir, yeteneğin var diyerek. Ama şimdi şöyle bir şey var, yeni bir sektöre girince her şeye baştan başlayacaktım. Her ne kadar yetenekli de olsam, NTV'de yaşadığım o parasız gidip gelme sürecini tekrar baştan herhangi bir reklam ajansında yaşayacaktım. Tam o sırada, ya ne yapacağım ben derken, NTV'den aradılar beni, iş teklifinde bulundular. O dönem bir prodüktör açığı vardı, dediler gel burada prodüktörlük yap, işin biraz daha montaj kısmı, teknik kısmı yani. Ben de iyi dedim, gittim ve başladım. Direkt muhabirlik ve spikerlikle başlamadım yani. Tabi insanlar seni kamera önüne geçmedikçe tanımıyor doğal olarak. Önce bir montaj kısmı, sonra dış haber editörlüğü yaptım, dış haber muhabirliği yaptım. Sonra da işte 3 seneye yakın basketbol ve Galatasaray muhabirliği yaptım ve şimdi de işte içeride program sunuyorum.
-Anlattıklarınıza göre yavaş yavaş yükseldiğinizi söylemek mümkün. Her kademede bulunduğunuzu ve basamakları teker teker çıktığınızı söyleyebiliriz.
-Evet, aynen. Biz Emek(Ege)'le bu anlattığım süreci beraber yaşadık. Beraber iş yapmamızın dışında çok yakın bir arkadaşım. Onunla beraber şimdi staj için gelenlere baktığımızda, gözlemlerimizin bize bir bakış açısı kazandırdığını söyleyebilirim. Kendini beğenmiş bir tavırla söylemiyorum bunu çünkü zaman zaman sorduğunuz sorunun cevabının nereye gidebileceğini bunun yanı sıra yaptığınız haberin montajını ve seslendirmesini yapmak, yayın akışını düzenlemek bana bayağı bir şeyler kazandırdı diyebilirim. Biraz daha yorucu ve motivasyonu sağlaması zordu fakat bir artısı var.
-Eğer işinizi layığıyla yaptığınızı düşünüyorsanız çok fazla mütevazi olmanıza gerek yok bence.
-Ya aslında ben mütevazi bir adamımdır. Ama bizim işi de genelde insanlardan gelen tepkiyle ölçüyorsun. Çünkü iş çok fazla tekrar gerektiriyor, bir de her gün sadece Spor Gecesi'nden bahsediyorsak, zaten en az 1 saat ekrandayız, minimum 1 saat konuşmamız lazım. Yeri geliyor çok fazla aynı şeyleri konuşuyoruz dolayısıyla biz de farklı bir şey yaptığımız zaman onu insanlardan önce hissediyoruz. O daha enteresan bir haz oluyor, tabi insanlardan da geri dönüş almak çok güzel.
-Tabi yaptığınız işin takdir edilmesi her alanda güzeldir.
-Ya evet öyle hakikaten çok güzel.
-Metin yazarlığı kısmından bahsettik. Hala devam ediyor musunuz haber metinlerini yazmaya?
-Şöyle, o biraz da iş bölümüyle alakalı. Spikerler, sunucular çok fazla metin yazmıyor. Ama mesela şu dönemde ben biraz bir şeyler yazmaya ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Sen de biliyorsundur blogundan, yazdıkça kalem gelişiyor. Ben bir dönem olabildiğince düzenli Ntvspor.net'e yazı yazmaya çalışıyordum. Çok uzun zamandır girip bakmıyorum fakat bundan 2 yıl önce ilk yazdığım yazıyla son yazdığım yazı arasında dağlar kadar fark vardı. Hakikaten öyle bir alışkanlık, öyle bir antrenman olayı var, kalem ve düşünce bakımından.
-Evet, o dönemde ben de takip ediyordum yazdıklarınızı. Hatta bu röportaj için de ilk olarak orada yazan e-posta'ya mail göndermiştim. Tabi o mail ne oldu şimdi bilmiyorum.
-Sonra mail uzantısı değişti belki ondan ulaşamamış olabilirsin.
-Peki kariyerinizin ilerleyen döneminde köşe yazarlığı düşünüyor musunuz? Özellikle basketbol hakkında?
-Basketbola ilgim daha fazla diyemem şu anda. Her iki alana da(futbol ve basketbol) ilgim eşit. Tabi daha önce basketbol muhabirliğinde bulunmam ki zaten iş yaptığım dönemdeki çoğu oyuncu çok küçüklükten beri arkadaşım, hala bugün görüşüyoruz hepsiyle. Dolayısıyla basketbola karşı hissettiğim şeyler daha fazla ve daha güzel. Ülkede ilginin daha futbola yönelik olması da tabi hep o alanı takip etmeye zorluyor insanı. Ama soruya gelecek olursak evet düşünüyorum. Bir yandan da yazı yazmak için kendimi biraz geliştirmek, pratik yapmak istiyorum. Dediğim gibi güzel şeyler yazdığımda hoşuma da gidiyor. Aslında hiç blog açmadım, bazen düşünüyorum böyle bir şey yapsam mı diye, blog sahibi olmak da bir yandan ciddi mesai ve emek gerektiren bir iş. Yani işten kaçtığım için değil ama şimdi kendi işimde mental olarak bir egzersiz gerektiriyor, onun altından kalkabilir miyim, onu bilemiyorum. Blog olarak değil fakat yazı kısmını yapmak istiyorum.
-Gerçekten ciddi emek isteyen bir iş ve yenilemeyince olmuyor.
-Yani artık zaten şöyle bir şey oldu, bu her şey için geçerli blog da dahil, her şey sosyal medya ile entegre olmuş durumda. Eğer sadece tutup bloga yazarsanız çok bir manası yok. Yazdığınız yazının sosyal medyada PR'ını yapmanız lazım, insanlara duyurmanız lazım, ilgi çekici şeyler olması lazım. Zaten işin zor kısmı o. Biz de bunu yeni fark ettik. O da şöyle oldu, Spor Gecesi'ne başladığımızda Emek'le beraber dedik ki sosyal medyada bir şeyler yapalım, çünkü programın özelliği interaktif olması, insanlardan soru almamız, onları bir yandan bizimle birlikte hissettirmemiz. Bu nedenle olabildiğince samimi olmaya çalışıyoruz, işte sosyal medyada bu işin yönetimini yaparken, ben her sabah 11'de kalkıyorum, 11'den 3'e kadar evde kafa yoruyorum. 3'te Emek'le buluşuyoruz, 3'ten 6'ya kadar onunla bununla ilgili konuşuyoruz. 6'da yayına gidiyoruz. İnanılmaz yorucu bir iş hakikaten. Bazılarının kafasında sosyal medya ne olacak 2 fotoğraf koyarsın 2 tweet atarsın tamam da bir işi hakkıyla yapmak istiyorsanız, çok ciddi kafa yormanız gerekiyor. Blog da bununla alakalı bir iş, eğer yazıyorsanız biraz da sosyal medyadan yürütmeniz lazım.
-Artık her şey dediğiniz gibi sosyal medyadan yürüyor. Peki şöyle diyebilir miyiz; Twitter blogları öldürdü mü? Yani onların aktifliğini bitirdi mi? 140 karakter olmasına rağmen sonuçta herkes düşüncülerini daha kolay bir şekilde beyan edebiliyor. Ne düşünüyorsunuz?
-Evet, biraz baltalıyor diyebiliriz. Aslında Twitter, internet, sosyal medya bunlar hep insanın hayatını kolaylaştırmak için var. Sonuçta Twitter da blog takip edenlerin hayatını kolaylaştırıyor. İyi bir sosyal medya kullanımıyla blogları aktif kılmak mümkün bence. Ama dediğim gibi blog ciddi emek isteyen bir iş oradan ciddi bir kazanç olması gerekiyor ki diğer işinin önüne geçip ona ciddi zaman ayırabilesin.
-Kesinlikle katılıyorum size. Peki şöyle bir soru sorayım, güncel futbol ve basketbola geçmeden önce. Siz muhabirlik de yaptınız, spikerlik de yapıyorsunuz halen. Hangisini tercih edersiniz? Muhabirlik mi spikerlik mi?
-O biraz ne istediğinizle alakalı ama şimdi ikisinin de farklı avantajları var. Şimdi muhabirlik dışarıdan inanılmaz güzel gözüken bir şey. Evet çok güzel tarafları var, dünyayı gezebiliyorsunuz mesela en basit ve güzel örneği. Ben çok yere gittim fakat sonuçta iş için gidiyorsunuz, hiçbir zaman tatil için gittiğin gibi olmuyor tabi ki. Herkesin görmek istediği, tanışmak istediği insanlarla konuşuyorsun, sürekli onlarla temas halindesin ve hatta belki onlarla aran iyi oluyor. Bunlar muhabirliğin cezbedici tarafları. Göz önünde de oluyorsunuz bir nevi ama senin hayatından çok götüren şeyler bunlar. Hele ki Ntv Spor, Lig Tv gibi spor kanallarında muhabirlik yapıyorsanız 7/24 tetikte olmanız gerekiyor. Misal ben gece 10'da yorgun argın eve gelip, 11 buçukta yatağa girip yarım saat sonra gelen bir telefonla apar topar kalkıp evden çıktığımı hatırlıyorum. Yani bu tip çok örnek var. Mesela 2 sene önce evlendim, yurt dışında evlendik, geldik. Bir gün sonra 15 gün Antalya'ya kampa gittim. Antalya'dan döndüm, 1 gün sonra İtalya'ya gittim 1 haftalığına. Bunlar çok kolay şeyler değil, ciddi özveri gerektiren şeyler. Sunuculuk kısmı da tabi göz önünde bulunduğun için daha prestijli. Onda da nasıl bir iş yaptığına bağlı, sunuculuk kısmından yürüyecek olursak. Hani haber sunmak pek bir şey ifade etmiyor benim için. Spor Gecesi de bir anlamda öyle değil mi diyebilirsin ama orası biraz daha serbest bir alan bizim için. Biraz daha istediğimiz yorumu yapabiliyoruz, tabi ki belli sınırlarımız var. İstediğimiz işi orada sergileyebiliyoruz, rahatız, orada daha bir özgürüz ama tutup 5-10 dakikalık bülteni prompterdan okumaktansa benim kendi duyduğum haz açısından Spor Gecesi tarzı bir program, bu tarz bir yayıncılık daha iyi.
-Önceki söylediklerinize bağlı olarak bir soru yönelteyim o zaman. NTV spor servisinin, kendi başına bir spor kanalı olma sürecinde bulunuyordunuz değil mi?
-Evet bulunuyordum.
-Peki bu süreç sizi heyecanlandırmış mıydı? Aslında Ntv Spor bir anlamda devrim oldu diyebilir miyiz spor kanalları açısından? Yanlış hatırlamıyorsam bir tek Lig Tv vardı o dönemlerde spor yayıncılığı yapan.
-Evet, o dönem hepimizin bir heyecanı vardı. Ben ilk NTV'de spor servisine girdiğim zamanlar Lig Tv bile yoktu. Sadece CNN Türk vardı, onlar çok iyi bir atılım yapıp iddialı bir kadro kurmuşlardı, iyi de habercilik yapıyorlardı. Zaten CNN Global dünya çapında güçlü bir habercilik markası. Onun peşinden gitme yönünde bayağı bir istekliydiler. Soru neydi ya bu arada? (Gülüyoruz.)
-Ntv Spor'un başlangıç dönemindeki düşünceleriniz ve hisleriniz nelerdi?
-İlk başta sadece konuşuluyordu, Fuat(Akdağ) abi bize bahsediyordu böyle bir projeden. Hatta dönem dönem bana ya da diğer arkadaşlara başka kanallardan gelen teklifler oldu, bunun üzerine Fuat abi bize şöyle demişti: "Bizi bir tren olarak düşün, hepimiz bir vagonu temsil ediyoruz ve sen bu vagonlarda bizimle birliktesin. Bu trenin çok uzun bir yolu var, biz Türkiye'de spor yayıncılığında güçlü bir şey yapacağız, bir devrim yapmayı planlıyoruz." şeklinde konuşup beni ikna etmişti açıkçası. Zaten Fuat Akdağ sektörün en önemli isimlerinden birisi, diğerlerine de haksızlık yapmak istemem tabi ama hem bana kattıkları açısından hem de bana verdiği fırsatlardan ötürü benim için çok önemli bir insan. Şimdi öyle bir fikir ortaya atılınca insan ister istemez heyecan duyuyor. Çünkü kanalın büyümesi demek hepimize daha fazla iş imkanı olacağı anlamını taşıyordu. Biz NTV spor servisinde her saat başı 5 veya 10'ar dakikalık bültenler hazırlarken Ntv Spor'da 24 saati kapsayacak bir yayıncılık yapmamız gerekiyordu. Tabi bunun için ciddi mesai ve emek ihtiyacı var, daha fazla insana ihtiyaç var. O da bizim önümüzün açılması anlamına geliyordu, NTV spor servisinde iken de belki aynı hedeflerimiz mevcuttu ama yaptığımız 2-3 tane program vardı, onlardan da bir tanesini Murat Kosova, bir diğerini Okay Karacan, öbürünü Serkan Korkmaz, bir diğerini de Fuat Akdağ sunuyordu. Şimdi hal böyle olunca sen nasıl bu ustaların arasına girip onları kesebilirsin ki? Öyle bir dünya yok fakat iş alanı daha çeşitli olunca bizim için önemli bir fırsat oldu.
-Tabi kanaldaki herkes için de ekrana çıkma şansı artmış oluyordu böylece.
-Böyle olunca da bu fikir hepimizi heyecanlandırdı. Bizim için ekran önüne geçme şansı ama atıyorum prodüktör bir arkadaşımız için yönetmen olma şansı, yönetmen olan bir arkadaşımız için de program müdürü olma şansı. Hepimize farklı imkanlar doğurdu. Bir de bizim ekipte her zaman bir heyecan vardı, zaten NTV Spor'un oluşumunda bulunan o NTV spor servisinden gelen çekirdek ekibimizle aile gibiyiz ve o aile gibi bu işi başarabilmek düşüncesi bile harika bence.
-Evet, zaten bu bir takım oyunu. Bu yönüyle de futbola ya da basketbola çok benziyor. Herkes işini layığıyla yapınca ortaya güzel şeyler çıkıyor, Ntv Spor gibi. Benim için Ntv Spor gayet doyurucu bir spor kanalı diyebilirim. Hiçbir abartma olmadan diğer kanallardan çok daha önde olduğunu söyleyebilirim benim için. Peki 2010 Basketbol Milli Takım muhabirlik döneminizden "Denemeden Olmaz"a kadar gelen süreci kısaca özetleyebilir misiniz?
-2010 Dünya Şampiyonası dönemi enteresandı tabi, sadece benim için değil, tüm takım için hatta masöründen, federasyon görevlisine kadar herkes için çok özeldi, çok farklı bir enerji vardı. Hala daha geçen günlerde Kerem(Tunçeri)'le, Hidayet'le Twitter üzerinden mesajlaştık, yine Dünya Kupası üzerine, unutulmaz bir anıydı herkes için, ülkemiz için de. Ya insanlar askerlik için böyle derler, ben de yaptım askerliği, orada da güzel dostlarım oldu, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası da askerlik gibi oldu benim için. O 1 ayı omuz omuza geçirdiğimiz bütün ekip nerede, ne zaman karşılaşırsak sanki dün gibi mutlaka oturup konuşuyoruz o zamanları. Mesela geçen gün, o zamanlar Milli Takım kondisyonerliği yapan Ozan Şirikçi var, dün yine Kanyon'da karşılaştık onunla tesadüfen. Oturduk 1 saat boyunca konuştuk sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi. İşte 2010'dan sonra aslında çok fazla basketbolla devam etmedim, 2 senelik Galatasaray muhabirliği dönemim var o arada. Şirket içerisindeki şartlar öyle gerektirdi biraz da, işte Galatasaray muhabirliği sonrası da geçen senenin başıydı galiba, muhabirken ben biraz daha program üzerine bir şeyler yapmak istediğimi şirketle konuştum. Onlarda tamam dediler, hep beraber bir fikir düşünelim, neden olmasın dediler.
-Anladığım kadarıyla sizin isteğiniz üzerine gerçekleşmiş bu proje, değil mi?
-Bizim sektör öyle, yani senin kendin konuşman lazım. Yoksa kimse gelip sana herhangi bir şey söylemez. O iş öyle, bizim şirkete özel bir durum değildir o. Daha sonra şirkette Yener diye bir arkadaşım var onunla konuştuk, biraz bakındık. O bir format gördü, galiba Eurosport'taydı, tam olimpiyat öncesiydi program. Tabi orada daha farklı bir şeyler yapıyorlardı, olimpik sporlara dair insanları bilinçlendirmek ve onları olimpiyatlar hakkında bilgilendirmek amaçlıydı. İzledik o programı, dedik ki biz bunu yapabilir miyiz? Tamam yaparız dedik. Sonra Fuat abiye gittik sunduk, tabi Fuat abi bu fikri havada kaptı. Bu tarz bir programı Türk spor medyasında birisi yapacaksa bunu kesinlikle senin yapman lazım dedi bana. Hem spor geçmişin var, samimisin, doğalsın ve olabildiğince enerjini yüksek tutmaya çalışıyorsun dedi. Öyle başlamış olduk "Denemeden Olmaz"a. Gerçi şimdi bir ara vermiş durumdayız ama tekrar başlamayı planlıyoruz.
-Ben de yanılmıyorsam 2-3 hafta önce Ntv Spor'da bir bölüm gördüm, acaba yeni bölüm mü diye düşündüm ama ara verdiğinizi de biliyordum.
-Şöyle aslında bu sene başında başladık, 6-7 bölüm çektik. Biraz renklendirmek için işin içine daha tanıdık yüzleri de katalım dedik. İşte Emre Karayel'le, Manga'dan Ferman Akgül'le, Yüksek Sadakat'in eski vokalistlerinden Kenan Vural'la yaptık. Başka kiminle yaptık ya?
-Ceza'yla olan bir bölüm vardı sanki?
-Evet evet, Ceza, Sinan Güler ve Muratcan Güler'le. Çok efsane bir bölüm olmuştu. Dönüp baktığımızda güzel şeyler yapmışız diyebiliyorum ama onları organize etmek de çok kolay değil. Zaten işin içinden çıkamayacağımızı biraz hissedip "pause" tuşuna basmıştık, şimdi yine başlayacağız fakat ne yapacağımızı tam bilemiyoruz, yapacağız bir şeyler.
-Anladım. Peki kariyerinizi bundan sonra nasıl yönlendirmeyi düşünüyorsunuz? Bir hayaliniz var mı?
-Ya ben hayatımda hiç uzun vadeli hayaller kurmadım, bu tamamen karakteristik bir şey. Hep önüme bir şans geldi, onu en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştım, başka bir kapı açıldı, aynı şekilde onun için çalıştım. 3-4 kapı sonrasını kafamda pek fazla tasarlamıyorum ama Spor Gecesi'ndeki özgürlüğümüzden de yola çıkarak zaman zaman programı, Emek'le de bunu konuştuk, büyütme motivasyonuna gelmiyor değilim. Böyle tabi ki Jimmy Fallon, Beyaz Show tarzı değil fakat biraz oralardan bir şeyler alarak biraz da biz üstüne ekleyerek değişik bir format oluştumak. Bunu hayal olarak söylüyorum tabi çünkü Türkiye'de yeni bir şeyler oluşturmak için çok profesyonel bir ekiple çalışmak gerekiyor, şartlar biraz zorluyor. Onun için buna hedeften daha ziyade hayal diyebiliriz. Daha gerçekçi olmak lazım.
Keyifli sohbetimiz oldukça uzun olduğu için 2 bölüm olarak yayınlamaya karar verdim. 2. Bölüm için takipte kalın. Pek yakında burada!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)